4 Eylül 2017 Pazartesi

BİR HATIRA

BİR HATIRA
1980’lerde dikkat çekici bir bilimsel çalışma yapmıştım. Çalışmayı bildiri olarak harcamak istemiyor, makale olarak yayınlatmak istiyordum. O sıralarda İsveç’te bu konuda uluslararası bir konferans olduğunu öğrendim. Konferans adı, tarihi ve yeri:  Third International Conference on Urban Storm Drainage, June 4-8, 1984, Chalmers University of Technology, Göteborg, Sweden.

Çalışmayı bildiri haline getirip o kongre sekreterliğine gönderdim. Daha sonra bildirinin kabul edildiğine dair yazı geldi.

Bunun üzerine bildiriyi sunmak üzere İsveç’in Göteborg şehrine gittim. Orada yaşayan Ahmet Göze Bey beni hava alanında karşıladı. Ahmet Göze, Ergun Göze’nin büyük oğlu, Sinan Uluant’ın kayınbiraderidir. Sinan Bey, Ahmet’i daha önce aramış ve benim gideceğimi haber vermişti. Ailesi ile birlikte o şehirde oturan Ahmet Bey, evinde 3- 9 Haziran 1984 tarihlerinde beni misafir etti, ağırladı.
Benim bildiriyi sunacağım gün Ahmet Bey’in arabası ile kongre merkezine gittik. Ahmet kongre salonda sunumları ve konuşmaları dinledi.

“Effect of Catchment Geometry on Time of Concentration, by Necati Ağıralioğlu, Technical University of İstanbul, Turkey  (Havza Geometrisinin Toplanma Zamanına Etkisi) başlıklı bildiriyi oturumun ikinci bildirisi olarak sundum.

Programa göre, benim sunumunun ardından aynı konuda bir bildiri daha (üçüncü) sunuldu. Oturumun sonunda Fransa’dan gelen Oturum Başkanı Michel Desbordes bildirileri değerlendirdi ve tartışmaya açtı. Kendisi de bildiriler hakkında daha önce yazılı bir metin hazırlamıştı. İkisi de kinematik teoriye dayanan ve sunulmuş olan ikinci ve üçüncü bildiri sonuçlarının birbirinden çok farklı sonuçlar verdiğini, kendisinin de bu hususu fark ettiğini belirterek yazarlarından bunun sebebini açıklamalarını ve yorumlamalarını istedi.

Üçüncü bildiri yazarı, çalışmasındaki denklemi Overton (1976*)’un kitabından aldığını ve bunun sadece uygulamasını yaptığını belirtti.

*Overton Kitabı: Overton, D.E., and M.E. Meadows,(1976). Stormwater Modeling, Academic Press, London, Chap. 5, pp. 8-97

Sıra bana gelince, Overton kitabındaki formülün yanlış olduğunu bunun için bu çalışmayı hazırlayıp sunduğumu, bu yanlışı düzeltmek için denklemi çözdüğümü ve iki çözümün sonuçlarını bildiride karşılaştırdığımı beyan ettim. Mesela Overton’un metoduna göre yüzde olarak 0 çıkan toplanma zamanı, gerçekte 100 olduğunu gösteren çözümlerin bütün hallerini grafikler halinde verdiğimi belirttim. Gerçekte, Overton denklemi çözümünün hiçbir fiziksel anlamı olmadığını söyledim. Bunun için bu çalışmayı hazırladığımı vurguladım.

Ahmet Bey kongre salonunda bu sunumları ve tartışmaları dinledi ve daha sonra Türkiye’ye bildirdi. Buradan Türkiye’ye ve basına yansıdığını tahmin ediyorum. O tarihlerde bana da bu konu hakkında sorular sorulmuştu.

Bu haberi öğrenen Samiha Ayverdi beni arayarak tebrik etti. Ayrıca renkli desenleri ve süslemeleri olan tunç bir kâseyi hediye etti.

Kongreden sonra Kongre Bildiri kitabı yayınlandı.
Benim hazırladığım bildiri;
“Proceedings of the Third International Conference on Urban Storm Drainage, Göteborg,  June 4-8, 1984, Edited by Peter Balmer, Per-Erne Malmqvist, Anders Sjolberg,
Volume 1: Analysis and Design of Stormwater  Systems” adlı bildiri kitabının 171-184. Sayfalarında yayınlandı.

Öteki bildiri olan ”A Physics—Based Approach to Determine Inlet Concentration Time” by  A. Osman Akan, Old Dominoin University, Virginia, USA,”  de aynı ciltte 185. Sayfadan itibaren yayınlandı.

Oturum başkanının yazısı, yorumları ve biz iki yazarın görüşleri aynı konferans kitabının 1530-1535. sayfalarında yer aldı.



Necati Ağıralioğlu

3 Eylül 2017 Pazar

AĞABEY: ZAMANIMIZDA BİR ATABEK (BABAM)


AĞABEY: ZAMANIMIZDA BİR ATABEK (BABAM)

1. GİRİŞ
O, tabiatın yeniden canlandığı yeşerdiği ilkbahar mevsiminin, bereketli yağmurların bol olduğu Nisan 1923 tarihinde Trabzon-Çaykara-Eğridere Mahallesinde ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya gelir. Babası Sofuzade Mehmet Ağa’nın oğlu Dursun Ağıralioğlu; annesi Şakoğlu Ahmet Şahin’in Kızı Gülbeden’dir. Adını büyük babasının adı olan Mehmet koyarlar. Kendisinin doğumundan dört (Hasan), altı (Şahide), dokuz (Ömer) ve on dört yıl sonra  (Kemal) diğer kardeşleri doğdu. Çocukluğunda sadece kardeşlerinin değil, on hanelik akraba evlerindeki çocukların da ağabeyidir. Çünkü bu evlerdeki torunların da en büyüğüdür. 1941 yılında on yedi yaşında olan Havva isimli bir kızla evlendirildi. O tarihlerde, yörede gelinlerin ve özellikle yeni gelinlerin beylerine isimleri ile hitap etmesi veya isimleriyle onlardan bahsetmesi cemiyette saygısızlık sayıldığından, hanımı evdeki dört kardeşin hitap şeklini benimseyerek ondan ağabey diye bahsetmeye başlar. 1945 Mayısında bir oğlu (Necati) dünyaya geldikten üç ay sonra 45 yaşındaki babası bu dünyadan ayrıldı. Bir böcek sokması sonucu zehirlenip üç gün yatakta yattıktan sonra babasının beklenmedik ölümü onu derinden sarsar. Bir vasıta bulamayıp, bölgede tek olan il hastanesine babasını götüremediği için ömrü boyunca hayıflanır. Uzun yıllar boyunca çok büyük acılar yaşamasına, sıkıntılar çekmesine rağmen hiçbirinin acısı babasının ölüm acısını geçmez.  Bu hadiseden sonra, annesi, hanımı, oğlu, dört kardeşi ve babaannesi ile birlikte içinde beraber yaşadıkları evin sorumluluğu artık onun omuzlarındadır. Zamanla o, hal ve hareketleri ile hadiseler karşısında duruşu ve kişiliği ile sadece evinin ve akrabalarının değil, komşularının, hatta onu tanıyan hemen hemen herkesin ağabeyi olmuştur. Peki, kimdir bu insan, nasıl bir kişiliğe sahiptir?

2.ÇOCUKLUK MUHİTİVE ÇOCUKLUĞU
Doğumundan önceki yıllarda devlet büyük felaketler yaşamış Osmanlı Devleti adeta darmadağın edilmiştir.  Arka arkaya gelen Yemen Harbi, Trablusgarp Harbi, Balkan Felaketi, Birinci Dünya Harbi, Seferberlik İlanı, Çanakkale Harbi, Sarıkamış Bozgunu devleti ve milleti iyice zayıflatmıştır. Arkasından 1916-1918 arasında onun yaşadığı bölge Rusya’nın işgali altında kalır. Kurtuluş savaşı ile işgalcilerin saldırıları durdurulur. Fakat ülke topraklarının büyük bir bölümü kaybedilmiştir. Milyonlarca vatandaş öldürülmüş ve bir o kadarı sakat kalmıştır. Köydeki Şamil amca bir sohbetinde: ”Seferberlik ilanında bu köyden babalarımız, amcalarımız 78 kişi askere gitti, içlerinden pek azı geri dönebildi,” demişti. Kalanların elinde mal, servet ne varsa tükenmiştir. Cumhuriyetin kurulduğu yılda doğan bu çocuğun muhitinde bütün ülkede olduğu gibi büyük yaralar ve yokluklar vardır. Bu yaralar yavaş yavaş sarılmaya çalışılırken 1929’da bölgede şiddetli bir sel felaketi meydana gelir. Sel ve toprak kaymaları arazilere, evlere ve insanlara büyük zararlar verir. Bu olaylar yöredeki insanların ve çocukların üzerinde derin etkiler bırakır.
Bölgedeki yaşıtlarının çoğu gibi nispeten huzurlu bir aile ortamında çocukluk yılları geçer. Sağlıklı ve çok güçlü bir bünyesi vardır. Gerek babasının sağlığında babası ile gerekse ölümünden sonraki gençlik yıllarında akraba grupları ile doğuda Trabzon, Bayburt, Erzurum, Erzincan, Kars, Sarıkamış gibi şehirleri, batıda İstanbul, Eskişehir, Bursa, Balıkesir, İzmir, Manisa gibi vilayetleri gezmiş ve oralarda çalışmıştır. Bu seyahatlerde o yöreleri ve insanlarını gözlemler. Bir gün Balıkesir Lisesi önünden geçerken yaşıtlarının okula gidişini seyredip onlara gıpta ile bakmış ve gençliğinde esaslı bir tahsil yapamamanın üzüntüsünü yaşamıştır.  Altı-yedi yaşlarındayken babasından okumayı ve yazmayı öğrenmiştir. O yıllarda köyde okul yoktur. Bu yüzden hiç okula gidemez. Önceki dönemler ilçede bulunan medreseler de onun çocukluğunda açık değildir. Ancak medrese hocaları isteyenlere hocaların evlerinde ders vermektedir. Evin işlerinde ev halkına yardım eden bu çocuk fırsat buldukça arkadaşları ile hocaların evine giderek Arapça dil dersleri ve din dersleri alır. Fakat evdeki işlerden dolayı bu dersleri aksatır. 1947 yılında tekrar Arapçaya başlar ve yine devam edemez. Dersleri iyi anladığı fark edildiğinden muhitin teşviki ile yeniden derslere başlar, ama bitemez.  Bu derslere devam edebilenlerin bir kısmı hafız, bir kısmı hem hafız hem de hoca olmuştur.  Kendi kendine çalışarak ilkokul sınavlarına hazırlanmış ve girmiştir. Bu sınavlarda onu çok başarılı bulan hocalarıyla daha sonra samimi arkadaş olmuştur. Ortaokul sınavlarına hazırlanırken askere gitmesi gerektiğinden sınavlara girememiştir. İki yıllık İstanbul-Bakırköy askerlik döneminde de kendisini geliştirmeye devam etti..

3. EVİN SORUMLULUĞU
Ağabey babasının ölümünden sonra, kendisinden sonra gelen kardeşini (Hasan)evdeki erkek işlerini yapmak üzere bırakarak, ikinci kardeş (Ömer) ile yılda beş altı ay bölge dışına çalışmaya çıkar. Bu durum askerden döndükten sonra da iki yıl devam etmiştir. Muhite göre orta halli bir geçimleri vardır. Dedesinden kalan arazilere babası, tarla, çayır, fındıklık ve odunluk gibi arazi parçaları satın alarak eklemiş ve evin iş hacmini artırmıştır. Bu sayede 2. Dünya harbi öncesindeki ve sonrasındaki kıtlık yıllarını bir sıkıntı yaşamadan atlatmışlardır. Gurbette kazanılan paranın bir kısmı ile babasının mülk satın almak için edindiği ve ölümü ile ortada kalan borçların yarısı ödenir. Diğer yarısı koyun ve inek satarak daha önce ödenmiştir.
1947 de kendinden altı yaş küçük kız kardeşi (Şahide), iki yıl sonra kendisinden sonra gelen erkek kardeşi (Hasan)evlendirilir. Bir yıl sonra babaanne (Hatice) 1950’de vefat eder; ertesi yıl 1951’de kendisinin bir kızı (Safiye), erkek kardeşinin bir oğlu (Reşat) dünyaya gelir.
Yörede tarım ve hayvancılıkla uğraşılır. Koyun ve inek beslenir. Her yıl canlı hayvan, hayvan derisi, koyunyünü, tereyağı, peynir, fındık bazen de kuru fasulye gibi ürünler satarak evin ihtiyaçları karşılanır. Arazinin çok dik olmasından dolayı bütün işler insan emeği ile yürütülür. Bu bakımdan işlerin bitirilebilmesi için evdeki büyük küçük her fert gücünün yettiği kadar çalışmak zorundadır. Geçimlerinde bir sıkıntı olmamakla beraber, kendi ifadesi ile daha rahat geçinmek ve kalkınmak için akraba grupları ile birlikte gurbete çıkmaya devam eder, inşat ve kerestecilik işlerinde mevsimlik çalışır, para kazanır.

4. YÖRENİN GEÇİM DURUMU
Evlerde genellikle, çarşıdan tuz, gaz, şeker yanında bazı giyim ve ev ihtiyaçları karşılanır. Hemen hemen her evde kenevir yetiştirilir ve kenevir dokuma tezgâhı vardır. Tarlalarda yetişen kenevirden iplik eğrilir ve tezgâhlarda kumaş dokunur. Bu kumaşlardan kadın ve erkekler için iç çamaşırı dikilir. Yine kenevirden ip, halat gibi ev eşyaları yapılır. Çorap, kazak ve yelekler beslenen koyunların kırkılması ile sağlanır ve evlerde hazırlanan yün ipliklerle örülür. Bunun için kadınlar gündüz ev işlerini tamamlar, gece veya gündüz yollarda yün örer, geceleri iplik eğirir veya kumaş dokur. Kumaş haline gelinceye kadar yün veya kenevirler yıkama ve tarama gibi bazı işlemlerden geçirilir. Ara sıra erkeklere yün başlıklar da örülür. Koyunyünü bol olan evlerde bazen yün kumaş da dokunur. Bu kumaştan heybe gibi ev eşyaları yapılırken, arada bir de çarşıda terziye verilip elbise diktirilir.  Hanımların dış kıyafet için çarşıdan basma, pazen veya divitin türü kumaş alınıp evde elbise dikilir. Yün kuşak, yün atkı, önlük, lastik ayakkabı, yazma veya eşarp satın alınan giyim eşyalarındandır. Erkeklerin dış kıyafeti için yünlü veya ketenli kumaşlar satın alınıp çarşıda diktirilir. Evlerde ahşap peyke üzerine keçe serilir. Genellikle bu keçelerin yünü keçeciye verilir ve keçe yaptırılır. Kırkılmamış koyun derisi kurutulur ve evlerde post olarak kullanılır. Bu postlar duvara asılır, ya seccade olarak veya gelen misafirin oturması için keçenin üstüne serilir. Döşek ve yorganlar genellikle yünden, bazen de pamuktandır ve yüzleri çarşıdan satın alınır. Çarşıdan ev eşyası olarak kap kaçak yanında, tarla, çayır, odun ve kereste aletleri de satın alınanlar arasındadır. En yaygın olanlar, bel, kazma, kürek, dirgen, orak, tırpan, tırmık, balta, satır, tahra, keser, testere ve rendedir. Bunların bir kısmının sapları evlerde hazırlanır.

5. MEYVA DİKME MERAKI
Ağabey çocukluğundan beri meyve fidanı dikmeye meraklıdır. Gençliğinde ormanlardan çeşitli meyve fidanları bulur, getirir, onları evlerin etrafına, tarla yarlarına ve fındıklıklarda uygun yerlere diker. Birkaç yıl sonra aşı zamanları gelince, her meyvenin en güzel cinsinden aşı dalları alır, onları aşılar.  Kalem aşısı dâhil diğer aşı türlerini bilir; aşılamada titizlik gösterir. Aşıladığı meyvelerden tutmayanı pek olmaz. Fidanlar dikildikten altı-yedi yıl sonra meyve vermeye başlar. İlerlemiş yaşlarında bile uzaklardaki ormanlardan çam fidanları bulur, arabalarla taşıtır ve mezarlıklarda boş yerlere diker.

6. ASKERLİK GÖREVİ
7 Temmuz 1952 yılında gittiği askerde güzel el yazısı ile dikkati çektiğinden bölük yazıcısı olarak görevlendirmiştir. NATO’dan yeni gelmiş ve birlikte hiç kimsenin kurmalarını bilmediği Amerikan barakalarının kurulmasındaki becerisi ve zekâsı bölük komutanının dikkatini çekmiş. Bölük komutanı onu gelişinden üç ay sonra çavuş kursuna göndermiştir. Oradan pekiyi derece ile belge almıştır. Nüfusa olduğundan çok küçük yazıldığı için askerlerin çoğu tarafından ağabey olarak çağrılır. Bölükte sayılır, sevilir. Zekâsı, dikkati, samimiyeti ve dürüstlüğü ile ve iman ve uygulamaları ile giyim kuşamı ve terbiyeli hal ve hareketi ile o herkesin saygısını kazanır. Askerlerine, arkadaşlarına, hatta subaylarına ve onların hayat tarzına, tavır ve kişiliği ile olumlu tesirler yapar. Bölük komutanı tezkere bırakmasını ister. Annesinden ayrılamayacağını ve memleketini terk edemeyeceğini beyan ederek teklifi kabul etmez. Gerçekten annesine çok düşkündür. Annesinin ölümünden sonra bile, her zaman annesine hizmetinde bir eksiklik olup olmadığını kendi kendine sorgular. Komutanı annesine mektup yazıp oğlunun askerde kalmasına izin vermesini istemişti. Hatta, askerden terhis olduktan yaklaşık 6 ay sonra bölük komutanı kendisine uzun bir mektup yazarak askerde yapmış olduğu hizmetlerden dolayı teşekkür eder. Ayrıca annesine hitaben de bir mektup hazırlar, böyle bir evlat yetiştirdiği için onu tebrik eder ve ellerinden öptüğünü bildirir.

7. OKUMA MERAKI
Ağabey askerlik bitiminden sonra da işlerden fırsat buldukça okumaya ve öğrenmeye devam eder. Devamlı Arapçasını geliştirmeye çalışır. Bir fıkıhçı kadar İslam hukukunu kitaplardan öğrenir. Halka Hukuk Bilgisi gibi bazı pratik kitaplar okumak yanında, Kuran’ı ezberlemeye çalışır. Bu çalışmalar sayesinde ayetlerin nerdeyse yarısını ezberlemiştir. Muhitindeki konuşmalardan, kelimelerin telaffuzunu ve manasını duyarak tam doğru öğrenemediği için bir Osmanlıca-Türkçe cep sözlüğünü okuyup ezberlemiştir. Daktilosu yoktur. Kâğıtları rulo haline getirerek klavye hazırlamış, alfabe harflerini o kâğıtlar üzerine yazmış ve on parmak daktilo yazmayı o kâğıttan klavye üzerinde öğrenmeye çalışmıştır. Matematiğe çok meraklıdır. İşlerden fırsat buldukça kitaplardan kendi kendine matematik öğrenir. İlk ve orta öğretim okullarını dışardan bitirip iki fakülte mezunu ve nihayet müftü olan gençlik arkadaşı Hafız İsmail, ağabeyin evine ziyaretine geldiği bir gün orada bulunanlara ”Benim matematik hocam kendisidir” demişti.
Ağabeyin çok güzel el yazısı vardır. Her işte olduğu gibi yazı işini de en iyi ve güzel yapmaya çalışır. Gençliğinde, köydeki doğum, evlenme, ölüm, senet gibi beyannameleri köydeki herkes ona doldurtmak ister. Çünkü kaymakamlık onun yazdıklarını itirazsız kabul eder. İlçenin pazarı Salı günleri kurulduğu için her hafta pazara gider. Çoğu kimse öğleye kadar veya en geç ikindiye kadar işlerini bitirip evine döndüğü halde, o yatsıdan önce dönemez. Çünkü evin siparişlerinden önce insanların yazı evrakını bir kahvehane masasının üzerinde itina ile ağır ağır doldurulacak ve ikmal edilecektir. Bu evrak doldurma veya senet hazırlama işi karşılığı olarak ne vereceklerini soranlara: ” Babamın ruhu için dua,” cevabını verir, hiçbir bedel kabul etmez. Bunun için geç saatlerde eve döner. Annesi üzülür ve telaşlanır; yarı şaka yarı ciddi:  “Çarşıda en son dükkânı sen mi kapattın,” sözü ile onu kapıda karşılar.

8. YENİ EV YAPMA
Kendisi askerdeyken diğer iki erkek kardeşten Ömer 1953’te, Kemal 1954’te evlenir. Aynı evde kalmakta olan dört kardeşin her birine birer oda, anneye oturma odası ayrılır. Diğer geniş bir oda misafir odası olarak kullanılır. Askerden dönüşünden bir yıl sonra üçüncü kardeş Ömer’in Mustafa isminde bir oğlu olmuş böylece evdeki torunların sayısı dörde ulaşmıştır. Artık altı odalı ahşap ev dar gelmeye başlamıştır. Ağabeyin öncülüğünde yeni bir ev yapma hazırlığına girişilir. Bu hazırlığın en zor işi evin kendi ormanlarından kereste kesip arsa yerine taşımaktır. Kiriş, direk, taşıyıcı ahşap duvar, saray bağları ve mertekler gibi taşıyıcı sistemlerin, çok uzun ömürlü olan kestane ağacından yapılması gerekir. Tavan, döşeme gibi her zaman değiştirilebilen kısımlar genellikle daha az dayanıklı olan çam (ladin) ağacından seçilir. Bu keresteler orman yerinde kesilecek, yontulacak, biçilecek ve ev yerine taşınacaktır. Yapılacak binanın ocak ve baca konacak bazı duvarları taştan yapılacaktır. Yerin altında taş ocağı yerleri kazılarak uygun taş aranır, uygun taş ocağı bulunursa dinamitle sağlam kayalar çıkarılacak ve arsa yerine taşınacaktır. Ayrıca kiremitler için uygun toprak olan yerlerdeki kiremit fırınlarında kiremit pişirilecektir. Bunun için istenen nitelikte toprak kazılacak, taşları elenecek, hamur haline getirilecek ve kiremit kalıplarına dökülecektir. Bir süre kurutma binasında kuruduktan sonra fırına yerleştirilerek, ormandan taşınan odunlarla kiremitler pişirilecektir. Bütün bu kiremit işlemlerini en küçük kardeş (Kemal) yürütmüştür. Bu yıllarda ikinci kardeş askerliğini yapmaktadır. Bu kiremitler hazırlandıktan sonra bunlar da insan sırtında inşaat yerine ulaştırılacaktır. Kiriş ve direk gibi sarp yamaçlarda taşınması zor malzemelerin taşınması erkeklere, taş ve kiremitlerin taşınması gelenek olarak kadınlara aittir. Bu kadar malzemenin imalatı ve taşınmasında bütün ev halkı çalışmıştır. Yeni bir ev yapmak en zor işlerden biridir. Altı odalı yeni bir ev yapmak için bütün ev halkı seferber edilir. Kereste ve taş taşıma gibi en zor işlerde komşulardan imece usulü ile yardım alınır. Artık sıra evin arsasının kazılmasına gelmiştir. Bu kazıdan sonra, Nisan 1956 da muhitte iyi marangoz ustalarından, ikisinin de ismi Ahmet olan Ahmet Pamuk ve Ahmet Arslan) iki usta tutulmuştur. Yapım sırasında ustalara ve yardımcıları ile bütün çalışanlara kuşluk vakti kahvaltı ve öğlen yemek hazırlayıp vermek de ev halkının vazifelerindendir. Bu işi ağabeyin hanımı Havva üstlenmiştir. Nihayet çatıya sıra gelir ve evin çatısı kurulur. Geleneklere uygun olarak çatının kurulduğunu gösteren bazı renkli yeni kumaşlar çatının yüksek bir kısmına asılır. Taş duvar ustalığını çoğunlukla ağabey yapar. Küçük dayısı (Selman) iyi bir duvar örücüsü olduğundan 10 gün kadar yeğenlerine yardıma gelmiştir. Tam yoğun çalışmaların olduğu öğlen vaktine 15-20 dakika kala, yeğen yapmakta olduğu işi yarım bırakır, abdest alır, kıyafet değiştirir, temiz elbiseler giyer ve cemaatle namaz kılmak için100 metre mesafedeki camiye koşar. Bu her gün böyle devam eder. İşler beklenen hızda gitmediği için dayının canı sıkılır. Pek az, fakat nükteli konuşan dayı, bir gün camiden dönüşünde, yeğenine ismi ile hitap ederek: “Mehmet, camiye bu kadar düşkünlük iyi değil,” demiştir. Fakat değişen bir şey yoktur. Onun programında, yapılacak iş prensip meselesi ise, padişah dahi gelse, bir değişiklik olmaz.

9. İMAR VE İNŞAATÇILIĞI
Babasının ölümü ile askere gidişi arasındaki yıllarda onun öncülüğünde bir kom evi ile bir yayla evi yıkılıp yeniden yapılır. İleriki yıllarda da bu inşaatçılığı devam eder. İki samimi arkadaşı ile Trabzon çarşısına çok yakın bir arsa satın almış ve üzerinde beş katlı bir apartman yapmışlardır. Emekli olduktan sonra yayla evini yıktırıp yeniden yaptırır. Ayrıca köydeki evin alt katında başlangıçta planlandığı halde, gerçekleştirilmemiş olan bir salon ve odadan ibaret bağımsız bir misafirhanenin yapılmasına rehberlik eder. Bu işlerin yanında, çoğu ahşap olan iki köy evi, iki şehir evi, iki mezra evi ve bir yayla evi yanında yayla köyündeki bir evin bakım ve onarımını aksatmadan sürdürmeye çalışır. Bir bakıma o imarcı ve inşaatçıdır.

10. İLK MUHASEBECİLİK DENEMESİ
Ağabeyin büyük kayınbiraderi uzun yıllardan beri köyün muhtarıdır. Her yıl köy bütçesini hazırlayıp kaymakamlıkta onaylatmak işkence halini almıştır. Çünkü köy bütçelerini ilçede iki kişi tanzim edebilmektedir. Onlar muhtarlık işlerini her yılbaşında sıraya koymakta ve işler gecikmektedir. Kendisi eski defterleri incelemiş ve muhtara yardım olsun diye bu işi kendisi yapmak istemiştir. Fakat kayınbirader onun bu işi yapabileceğine güvenmez ve onu bir iki yıl oyalar. Fakat yine ısrar edince, bu sefer kıramaz, ”Ne yapalım yanlış olursa, yeniden ilgili elemana yaptırır, bedelini öderim,” diye düşünmüş ve köy bütçesinin onun tarafından hazırlanmasını kabul etmiştir. Ağabey köy bütçesini hazırlamış ve muhtar ilgili memura çekinerek belgeleri teslim etmiştir. Memur bir süre sonra muhtarı çarşıda görmüş ve sormuştur: “Senin defterleri kim hazırladı”. “Bizim oradan bir genç,” cevabını alınca, “Çok güzel olmuş. O kadar güzel yazı yazabilen o genci görmek istiyorum, onu yanıma getirir misin,” demiştir. O genç yanına gelince, memur başka bütçeler yapmak isteyip istemediğini sormuştur. O ise yapamayacağını, çünkü Trabzon’a gideceğini söylemiştir.

11. KARDEŞLERİN AYRILMASI
Yeni ev yapılıp tamamlanmış, ağabeyin 1956 Eylül ayında bir erkek çocuğu (Dursun) dünyaya gelmiş ve Mart 1957 tarihinde kardeşler birbirlerinden ayrılmıştır. Anne Gülbeden ile en büyük ve en küçük kardeş eski evde kalır, diğer iki kardeş, Hasan ve Ömer,  yeni eve geçerler. Böylece kardeşlerin keseleri de ayrılmış olur.  Evleri ve keseleri ayrılmış olmakla birlikte, Ağabey kardeşlerin evleri ve geçimleri ile devamlı ilgilenmiştir. Ömürleri içinde onlara sadece ağabeylik yapmaz, bir bakıma babalık yapmıştır. Onların evlenmelerinde, iş kurmalarında, hastalanmalarında hep yanlarındadır. Ayrı evlerde oturmalarına rağmen, aynı evdeymişler gibi onların evlerinin ihtiyaçlarını da düşünür. Her görüşmelerinde her birine bir ihtiyacı olup olmadığını sorar.  Hâlbuki bazılarının maddi durumu ondan çok daha iyidir. Sadece kardeşleri ile değil, bütün akrabaları ile alakalanır. Uzakta olanları fırsat buldukça ziyaret eder, bazı küçük hediyeler götürerek gönüllerini hoş etmeye çalışır.

12. TRABZON’DA MUHASEBECİLİĞE BAŞLAMA
Ağabey artık 34 yaşındadır. Şehirde bir mesleğinin olmasını arzu etmektedir. Trabzon’a gidip bir lastik ayakkabı firmasının satışını üzerine almıştır. Fakat bu konuda fazla imalatçı ortaya çıkınca mallarını satmakta olduğu fabrika sahipleri tarafından kapatılır. Hiç kimseden öğrenmeden, kendi kendine muhasebe defterleri tutmayı öğrenir.  Ticari muhasebe defterleri tutmak ister, fakat tecrübesi yoktur. Çocukluk komşusu ve en büyük kardeşinin kayınbiraderi olan, şehirde toptancılık yapan İbrahim Bey (Yaroğlu), muhasebe defterlerini onun tutmasını ister. Etrafındakiler, onun tecrübesi olmadığını ve bu işi yapamayacağını kendisine telkin ederlerse de: “Bilsem bir milyon lira kaybedeceğim, yine de defterlerimi ona vereceğim,” diyerek kararını kesinleştirir. Yılbaşında defterlerini ağabeye teslim eder. Böylece ağabey ticari muhasebe işine başlamıştır. Yıllar boyunca zaman zaman bu hadiseyi anlatır, İbrahim’e minnet ve şükran duygularını dile getirir. Daha sonra Sadık Bey (Çakır) ve Yusuf Bey (Canoğlu) gibi toptancıların büyük defterlerini de almıştır. Muhasebe defterlerine başladıktan iki sene sonra bu konuda bir belgesinin olmasını istemiş, Ticaret Lisesinin üç aylık gece muhasebe kursuna katılarak muhasebecilik belgesini almıştır. Zamanla muhasebesini tuttuğu kişilerin ve firmaların sayısı 30-35’i bulmuştur. Geçimini bu yolla sağlar ve 1996 yılında emekli oluncaya kadar bu işle uğraşır. Bu süre zarfında en az ayda bir defa köyü ve evini ziyaret eder. Ailesi ara sıra Trabzon’da, bazen köyde kalır. Zaman ve parasının bir kısmını vilayeti ile köyü arasındaki 80 kilometrelik yolu gidip gelmekle geçirir. Ama ev ve anne ziyaretlerini hiçbir zaman ihmal etmez.
Köye gidişinde her seferinde döneceği zaman akraba büyükleri olan Ali, Büyük Mustafa, Küçük Mustafa, Muhammet ve Osman amcaları ve diğer büyükleri, özellikle Şamil ve Sait amcaları ziyaret eder, duaların alır. Bunu ev halkına da tavsiye eder ve yaptırır. Bir defasında Trabzon’a gitmeden önce Ali amcaya ziyarete gitmişti. Ali amca ona ismiyle hitap ederek:  ”Bugün Trabzon’a gitme,” demiş. O da Peki,” diyerek evine dönmüş ve o gün seyahatten vazgeçmiştir. Ertesi gün Ali amcanın cenazesi vardır. Cenazeye katılmış ve bizzat onun defin işine yardım etmiştir. Her iş gibi defin işlerini düzenli yapar ve yaptırır.  Her seyahat için evden çıktıktan sonra, mutlaka aile mezarlığının önünde durur, duasını okur, yoluna öyle devam eder.
Trabzon’da önceleri bir akraba evinde, Yaroğlu, ve ardından bir arkadaşının Nazım Kofoğlu) evinde kısa bir süre kaldıktan sonra bir arkadaşı ile ortaklaşa (Hüseyin Boz) bir ev kiralamıştır. Artık ailece oturabileceği bir eve ihtiyacı bulunmaktadır. Daha sonra bir aile dostunun (Cemal Sarı) iki katında oturduğu 3 katlı evinin giriş katını kiralar ve yaklaşık 27 yıl bu evde kirada oturmuştur. 1978 yılında Çarşıda Yazıcıoğlu Sokak’ta arkadaşları ile yaptırdıkları bir apartmana taşınır.

13. KÜLTÜR İŞLERİ
Ağabey şehirdeki kültür ve siyaset olayları ile ilgilenir. Gerçi doğrudan siyasetle ilgisi yoktur, Ama genelde ve prensiplerde siyasetle ilgilenir. 1957 yılında zamanın başbakanı Adnan Menderes Trabzon Belediye Binasının balkonundan halka hitap etmektedir. Kendisi dinleyiciler arsındadır. Bir ara başbakan onu işaret ederek, “Arkadaki genç, sen, bir şey mi söylemek istiyorsun,” diye karşıdan sormuş. Ona mı söylüyor acaba, birden şaşırır ve etrafına bakınır. “ Evet,  siz, çok dikkatli dinliyorsunuz, bir şey mi istiyorsunuz,” diye sorusunu tekrarlayınca: “ Sağ olun; sağlığınız istiyorum,” diye cevap vermiştir. Kendisinin çok ciddi duruşu ve nüfuz edici bakışları hatibin dikkatini çekmiştir. Şehre gelen kültür adamlarının konuşmalarını fırsat buldukça dinler. O dönemlerde yayınlanan fikir ve iman dergilerinden İslam ve Hilal gibi dergileri satın alır. Prof. Dr Ali Fuat Başgil’ in Demokrasi Yolunda, Gençlerle Baş Başa, gibi kitaplarını ve diğer bazı yazarların eserlerini, bilhassa dini kitapları satın alır, eve getirir. Bu dergi ve kitapların bazı kısımlarını evde çocuklarına yüksek sesle okutur ve kendisi dinler. Böylece çocuklarının fikir ve iman temellerini sağlamlaştırır. Yıllar sonra bu davranışını öğrenen bir psikiyatri profesörü Fevzi Samuk: “ Bu bir irfan göstergesi.  Günümüzün pek çok aydını, çocuklarını yetiştirme konusunda böyle bir irfanı gösterememektedir,” diye konuşmuştur.

14. YAZI TİTİZLİĞİ
Kendisinin son derece düzgün ve okunaklı el yazısı vardır:  Süslü majüskül harflerle başlayan matbaadan çıkmış gibi muntazam bir el yazısı. Pelikan gibi özel marka kırmızı ve mavi mürekkep kullanır. Dolma kalemleri de en iyi markalardandır.   Yevmiye defterlerinin her sayfasına, hesap adı kırmızı mürekkeple, hesabın açıklamaları ve rakamları ise mavi mürekkeple yazılır. Yazıların, rakamların hepsi uygun satır ve sütunlardadır. Sütunlardaki alt alta rakamlar makinesiz kolaylıkla kafadan toplanabilir. Sayfalarda en ufak silinti veya kazıntı görülmez. Hatalar yeni bir hesap açılarak düzeltilir. Yıllarca tutulan yüzlerce defterde en ufak bir düzensizlik görülmez. Bu defterlerin birkaçı saklanıp gelecek nesillere örnek olarak gösterilse revadır.  Kaliteli kalemlere meraklıdır. Parker, pelikan markaların son modellerini yurt dışından veya İstanbul’dan getirtir. Bir defasında yurt dışından ne istediğini soran oğluna, falan model Parker dolma kalem getirmesini söylemiştir. Ceketinin iç cebinde mavi ve kırmızı yazan en kalitelilerinden iki dolmakalem mutlaka bulunur. Masasının üstü sanki kalem koleksiyonu gibidir. Ayrıca kırmızı, mavi yazan sabit kalemler, çeşitli sertlikte kurşun kalemler sivri bir şekilde açılmış hizmete hazırdır.

15. GİYİM TARZI
Ağabey zevkli giyinir. Kendisinin beğenip almadığı ve beğenmediği hiçbir giyimi, çok değerli hediye olsa bile, giymez. Gençliğinde özel bir terzide diktirilmiş lacivert takım elbisesini sadece çarşıya giderken giyer. Komşu gençlerin bir kısmı onun bu takım elbisesini ödünç alıp düğüne falan giderlerken giyerlermiş.
Gerek takım, gerekse tek ceket, pantolon elbiselerinin kumaşını çoğunlukla yünlü kumaştan kendisi seçer ve hepsini titiz bir terzide diktirir. Bir ara manifatura dükkânında çalıştığından mıdır neden bilinmez, kumaştan çok iyi anlar. Kumaşın yün oranını, ketenini, sentetik ipliklisini, ipeğini, ütü tutanını, tiftikleneni, dayanıklı olanı iyi tanır. Yörenin gelenek ve göreneklerine göre hanımların yaşlarına ve evlilik durumlarına göre kumaş türü, rengi ve desenini doğru seçer.
Yüksek belli pantolon giyer, ayakkabılarını uzun süre özel ayakkabı ustalarına yaptırmıştır. Gömleklerini arkadaşı olan pijama ve gömlek terzisi Kemal Usta (Baltacı) dikmiştir. Her zaman ev elbisesi ayrı, iş elbisesi ayrı, çarşı elbisesi ayrıdır. Bazen günde beş altı kere eve gidip gelmesi gerekebilir. Her seferinde elbise değiştirir. Kravat taktığı pek görülmez. Hediye edilen fötr şapkaları pek ender takar. İnce çizgili beyaz gömlek, tek ceket, tek pantolon, deri kemer,  lacivert yün bere onun klasik kıyafetidir. Kış mevsiminde yün kaşkol, yün palto bunlara eklenir. İstanbul’a giden arkadaşlarına yün atkı veya saf yün lacivert bere siparişi verir. Elbiseleri her zaman ütülü ve pırıl pırıldır. Gömlekleri her an yeni yıkanmış gibi durur. Parasını taşıdığı deriden yapılmış büyük para cüzdanı her zaman ceketinin iç cebindedir ve cep daima düğmelidir. Sait Yaroğlu’nun kızı Sabahat Hanım: “Her zaman düzgün olan onun giyim ve kuşamına hayranım” demişti.

16. YEMEK İŞLERİ
Ağabey, yemek yapmasını bilir.  Yemek pişirmeye başlamadan önce, daha evvel yıkanmış ve yerine konmuş tencere yerinden çıkarılır ve yeniden sabunlu sıcak suyla yıkanır. Bunun gerekçesini soran olursa:  “Tencerede kalan en ufak bir yemek parçacığı mayalanmaya sebep olup yemeğin lezzetini bozabilir ve erken bozulmasına sebep olabilir,” yorumunu yapar.  Her türlü yemek yanında balık türlerini ve haşlama yemeklerini iyi yapar. Evde pişirilmekte olan yemeğin tuzuna, biberine, salçasına, yağına, suyuna, baharatına müdahale eder. Bu konuda gençlere yol gösterir ve yardım eder. Bütçesi sık sık dışarıda yemek yemeğe uygun değildir. Evde kimse olmadığı zamanlarda veya dışarıda yemek yemesi gerektiği durumlarda, şehirde tek bir lokantada (Çiçek Lokantası) yemek yer. Bu lokanta Trabzon’un en temiz ve iyi lokantalarından biridir. Aşçısı eski Cumhuriyet Lokantasının ustasıdır. Sokakta, yolda, hele hele ayakta veya yürüyerek yemek yemez. Bir şey yerken başkalarının görmesini istemez. Yemek seçme konusunda ve damak tadında zevk sahibidir.

17. YARDIM SEVERLİĞİ
Kendisi altın, mücevher ve halıdan anlar. Düğün yapacak olan komşular Trabzon’a gidince onu bulur. Alınacak giyim eşyaları, hediyelik eşyalar cumhuriyet altını veya Reşat altını, beşibirlikler, bilezik veya diğer takılar onunla birlikte seçilir. Bu maksatla Trabzon’a gidenlere: ” Ağabeyi bulun; o hangi dükkândan ve kimden ne alacağını bilir, maldan anlar, fiyatlarını bilir,” denir.
Çarşıya veya Trabzon’a giderken mahalleden hanımlar siparişlerini kendi ev halkından ziyade onun almasını isterler: “ Ağabey,  anneme elbiselik için 8 metre divitin alır mısın,” gibi siparişlere sık rastlanır. O dönemde başka ayrıntıya gerek yoktur; durum anlaşılmıştır.
Muhitindeki zenginlerin zekâtlarından bir kısmının kendi tanıdık muhtaçlara ayrılmasını sağlar. Dağıtılacak ayni yardımları tasnif eder, kime hangi türlerin uygun olacağını belirler. Onların memleketlerine götürülmesine ve evlerine teslimine yardımcı olur. Yangın, sel gibi felaketlerden zarar gören ailelere para toplamada çalışan gruba yardım eder ve tanıdığı esnafın yardım yapmasını sağlamaya çalışır.
İnsanlara yardımcı olmayı sever. Mahallede kimin tırmık sapı kırılır veya tırpan sapı bozulursa ya da süt makinesi çalışmazsa, ağabey evinde ise, ona gider. Ağabey kendi işini bırakır o bozukluğu onarmak için saatlerce uğraşır. Tanıdıkları olan bazı küçük esnafın yıllık bilânçolarını karşılıksız hazırlar. Bir gün bir arkadaşı yıllık bilânçosunu hazırlatmak için evine gelmiştir. Yıllık bilânço hesapları yapılmış ve gerekli evrak doldurulmuştur. İş bittikten sonra arkadaşına: “Ben abdest alayım, sonra beraber dışarı çıkarız,” demiş. Arkadaşı:  “ Ama az önce abdest almıştın,” deyince, cevap olarak: “Bu arada bu defterlerdeki rakamları ve pürüzleri ortadan kaldırmak için bir sürü yalan yanlış yazı yazdık, ellerimizi kirlettik. Onun için yeniden abdest almam lazım,” deyip yarı şaka yarı ciddi az vergi verme konusundaki titizliliğini göstermiş, sitemini dile getirmiştir. Gerçekte ise gençliğinden beri hayatı boyunca uyguladığı bir prensibi vardır: Her namazdan önce abdest almak. Defterlerini tuttuğu esnaftan az vergi verenlere daha fazla vergi vermeleri konusunda telkinde bulunur. Memleket sevdalısıdır. Zaman zaman: “Türkiye’nin zenginleri destek verse, devlet pek çok zor işi başarır ve dünyada ön sıralara çıkabilir,” fikrini ileri sürer.
Etrafındaki cemiyetlerle ve derneklerle ilgilenir, onlara destek verir.  Bunların yaptırdığı köy yolları, yayla yolları, cami ve suyolları gibi işlerde para toplanmasından malzeme alımına kadar çeşitli işler ile uğraşır. Bunların muhasebe işlerini fahri olarak yürütür.  Bu derneklerin paralarının muhafazasını üzerine alır.  Paralarını enflasyona karşı korumak için dövize çevirir ve öyle saklar. Cami ve köy yolları yapımı, suyolu onarımı gibi işlerde köy ihtiyar heyeti ile birlikte işin başında bulunmaya çalışır. İnşaat işlerinden anladığı ve her işi en iyi yapma ve yaptırma prensibi dolayısıyla bu işlerde işin başında bulunması istenir. Ustaların en ufak hatasına anında müdahale eder ve o hatayı düzeltir. Bu durum muhitte bilindiği için ustalar onun yanında pek çalışmak istemez. Bir defasında kendi evinde çalışan ustaların yaptığını onlar akşam evlerine gittikten sonra tamamıyla yıkmıştır. Ertesi gün yaptıkları işlerin yıkıldığını gören ustalar onun gerekçesini öğrenince haklılığını kabul eder ve aynı işi tekrar yaparlar.

18. TUMUMLULUĞU
Çok tutumludur ve parası bereketlidir. Geliri sınırlı, giderleri çeşitli olmasına ve kirada oturmasına rağmen, hemen hemen isteyen herkese borç para verir. Parası yoksa muhasebesini tuttuğu dükkânların sahiplerinden veya sahiplerine söyleyerek doğrudan kasalarından kendi adına ödünç para alıp ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılar. Bazı kimselerin onun verdiği borç para ile iş kurduğunu ve zengin olduğunu, aile bir vesile ile yıllar sonra öğrenir. Borcun geri ödenme tarihi mi? Sorulmaz; borçlunun ne zaman parası olursa. Etrafta dövizle, altınla ve hatta faizle ödünç para verilirken, o verdiği paranın karşılığını verdiği para biriminden alır. Onu tanımayan birisi bu yaptığını duysa, onu aptal sanır. Şahsi işlemlerinde asla faize yanaşmaz.

19. KENDİ İŞİNİ KENDİ YAPMASI
Kimseye yük olmak istemez. “Bir çay bile ikram edene karşılığını vermek isterim,” der. Karşılık veremeyeceği ikram ve ziyafetlere katılmaz. Ev halkına: “Size bir iyilik yapanı veya bir iyiliği dokunanı bilmek isterim,” der. Oğlu yurt dışına giderken evde kullanılan elektrikli ev aletleri,  koyacak yer olmadığı için, Trabzon’a gönderilmiştir. Yurt dışından dönülünce o ev aletlerinin parasını, hem de piyasadaki yenilerinin fiyatları ile oğluna ödemiştir. Bütün şahsi ihtiyaçlarını kendisi karşılamak ister. Elbiselerinin temizliğini ve ütüsünü bizzat kendisi yapar. Evdeki en ufak ihtiyaçlardan, evin temizliğinden, çamaşır yıkamadan, bulaşık yıkamaya kadar her şey ile ilgilenir.

20. DOSTLUĞU
0 insanlara temkinli yaklaşır. İnsanların niyetlerini sezer, kötü niyetlilere karşı mesafe koyar. Laubali hareketlere izin vermez. Onun bulunduğu mecliste herkes terbiyeli ve seviyeli konuşmak durumundadır. Bulunduğu ortama, sözlerinden ziyade, duruş ve davranışı ile hâkim olur. Mevkii veya zenginliği ile ona tahakküm etmek isteyenlere veya onu küçük görenlere karşı derhal tavır koyar, bacak bacak üstüne atar, önceki mütevazı halini üzerinden atar. İnsan sarrafıdır, pek az samimi dostu vardır. Bunların sayısı 50’yi geçmez. Dost seçmesini bilir. Bu dostlarını sık sık ziyaret eder, onlarla dertleşir ve onların durumunu anlamaya çalışır. Dertlerini onlarla paylaşır, onlara yardım etmeye çalışır.  Dostları çoğunlukla ahlak, kültür, iman ve fikir değerlerini paylaştığı kimselerdir.  Bunları bilerek seçer ve sever.
Bunların bazıları ile kültür ve fikir sohbetleri olur. Şehirdeki bazı kültür faaliyetlerine ve konferanslara onlardan vakti olan biri veya birkaçı ile katılır. Daha sonra kendi aralarında bu faaliyetleri değerlendirirler. Karayollarından Mustafa Bey (Kumkumoğlu), bu tür faaliyetlerde beraber bulunduğu kimselerdendir. Bu bey, ağabeyin oğlu askere giderken: “Asker ocağı dualı, mukaddes bir yerdir. Vazifelerini çok ciddiye al,” demiştir. Ağabey ve Mustafa Bey, Onların Âlemi ve Mevlana gibi üst seviyede kitapları okur ve mütalaa ederler. Olgun bir kişiliği ve sağlam bir imanı olan Mustafa Bey’in etrafını bazı çıkarcı kimseler çevirmişler. Onun temiz imanını suiistimal ederek, ona maddi bakımdan yük olmaya başlamışlar. Ağabey sahte şeyhlere ve sahte keramet sahiplerine son derece kızar. Çok sevdiği ve saydığı arkadaşını bu tür tasallutlardan kurtarmak için uğraşır. Onu çevreleyen grupla tartışır, bu grubun iyi niyetli olmadığını arkadaşına anlatmaya çalışır ve onu ikna etmek ister. Ölümünden 30 yıl sonra bile uzakta olan bu arkadaşının mezarını ziyaret eder, duasını okur, onun akrabalarını arar ve evlerine uğrar.Bu arada mezarı aynı köyde olan ve 1932 yılında vefat eden Nakşi Şeyhi Frşat Efendi’nin kabrini ziyaret eder.

21. EMİNLİĞİ
Tanıyanlar ona itimat eder. Muhitindeki bir kimse emanet bırakacağı bir insan arasa, aklına ağabey gelir. Kendisi bir bakıma emanetçi dükkânı gibidir. Bir kimse dövizini, altınını veya lirasını ona emanet ederse, o da bu emaneti kasasından sorumlu olduğu mağazanın kasasının bir köşesine koyar. Emanet bırakan huzur içindedir. Çünkü ağabeyin bu emaneti kendisi gibi koruyacağını bilir. Etraftaki toptancılar zaman zaman İstanbul’a mal almaya giderler. Dükkânda bırakacağı emin birisi yoksa ağabeye rica edilir. Aynı şekilde esnaftan biri bir yere gideceği zaman kasayı ona emanet eder. O kendi işini bırakır, emanet aldığı dükkân veya kasayı titizlikle işletir ve korur. Bu süre zarfında kasada oturur. Sadece namaz vakitlerinde yarım saat kasayı kapatır. Yıllar sonra bir gün bu konuda soru soran bir akrabaya: “O toptancı mağazalarına nezaret ederken veya kasalarını kullanırken,  bir defa olsun, bu mallar benim olsa düşüncesi bile aklımdan geçmemiştir. Çünkü onlar benim değildi,” demiştir.

22. SAYGINLIĞI VE ŞEFKATİ
İnsanları kendine saydırır. Az ve alçak sesle konuşur. Kötü söz ağzından çıkmaz.  Etraftaki her üzücü olaylardan çok etkilenir. Devamlı mahzun durur. Kahkahayla güldüğü görülmez. Bazen hafifçe gülümser. Ciddi, hatta sert bir yüz görünüşü olmakla beraber etrafına karşı hassastır. Defterlerini tuttuğu iş sahiplerinin bazıları ondan yaşça büyük olsalar bile ona ağabey diye hitap ederler. Kendi aralarında yaptıkları laubali hareket ve şakaları onun yanında yapmazlar. Bir gün evinde, bu insanların bu davranışına kendisinin hal ve hareketlerinin yol açtığı söylenince,  bunu kabul etmemiş; onların çok terbiyeli ve temiz insanlar olduğunu ve bunun için kendisi ile uyum içinde çalıştıklarını söylemiştir. Ayrıca bunda bu insanların çoğunun kendisi ile aynı ilçeden olmalarını gerekçe göstermiştir. Toptancı çocuklarının bazıları anne ve babaları kadar, bazen onlardan çok ağabeye saygı gösterirler. Bazıları büyüdükten sonra bile bunun böyle olduğunu kendileri söylemiştir. Yaşça ondan birkaç yaş küçük ve sigara tiryakisi olan Ahmet Ağıralioğlu gibi akraba erkelerinin bazıları ömürlerinin sonuna kadar saygısızlık olmasın diye ağabeyin yanında sigara içmemişlerdir.  Ağabey orta yaşlardayken bile,  mahallenin genç kızları ve gelinleri, kıyafetleri düzgün değilse, onunla karşılaşmaktan çekinir, mümkünse yollarını değiştirirler.  Bunu yıllar sonra Nafiye Şeker gibi bazıları hatıraları arasında sohbetlerde anlatmışlar.
Ciddi ve sert görünüşlü olmasına rağmen kavgacı değildir. Etrafına karşı hassastır. Bir defasında yolda sırtında ağır yükü olan ve elinde bohça taşıyan bir kadın ile önünde boş giden bir delikanlı görür. O kadının delikanlının annesi olduğunu tahmin ederek yanlarına yaklaşır ve delikanlıya: “Al bakayım sırtına annenin yükünü,” diye sertçe emir verir. Delikanlı  “ Peki,” deyip emri yerine getirmiştir.
Hayvanlara, çocuklara ve zayıflara karşı son derece merhametlidir.  Yolda hayvanları horlayan veya eziyet eden birisini görürse, bu davranışını tenkit eder ve onlara daha insaflı davranılmasını tavsiye eder.

23. KUVVETLİ HAFIZASI
Onun hafızası kuvvetlidir. İstanbul’a geldiği bir günün akşamı Yıldız Sarayı’ndaki bir iftar yemeğine oğlu tarafından davet edilir. Kabul edeceği tahmin edilmez. İftarı kimin verdiğini sormaz, ama kabul eder. Çünkü kültürlü ve bilgili muhite sevdalıdır. İftarda Ali Fuat Başgil’in hanımı ile aynı masaya düşer. Yaklaşık 45 yıl önce okuduğu kitapların önsözünden hocanın hanımının adını hatırlamıştır. Henüz Ali Fuat Başgil’in hanımının adı geçmeden: “Ben sizin adınızı hocanın kitaplarındaki önsöz teşekkürlerinden hatırlıyorum. Sizin adınız Nüvide’dir, değil mi,” demiştir. Yaşı doksana yaklaşan Nüvide Hanım bu dikkat ve ilgiden memnun olur. Ağabeyi ve oğlunu evine davet eder ve hocanın kitaplarından bazılarını hediye edeceğini söyler. İftardan sonra ağabey mutadı gereğince abdest alacaktır. Çeşmeye gider, ceketini omuzlarına alıp abdest almaya başlar. Bir zat gelir, ısrarla ceketini tutmak ister. Karşılıklı ısrardan sonra dayanamaz, ceketini tutmasını kabul eder. Namazdan sonra salonda ceketini tutan adamı tekrar gördüğünde, yakındaki bana kim olduğunu sorar. “Bu iftarı veren meşhur Aydın Bolak,” cevabını alınca şaşırmıştır.

24. ACELESİZLİĞİ
Ağabeyin hiçbir işte acelesi yoktur. Muhitinde en temiz ve en yavaş çalışanı olarak bilinir. Yaptığı her işi en mükemmel yapmak ister. Bir bakıma mükemmelcidir. Taş duvar örerken bir taşı son konumunda yerleştirmeden önce, beş altı defa farklı konumda dener.  Çatıdaki akıntıları kesmek için her bir kiremidi eline alır, süpürge ile dört beş defa iyici süpürür ve en son eliyle sildikten sonra kiremidi yerine yerleştirir. Bir sıra kiremidi yerine koyduktan sonra su getirtir ve suyun akışını ve sızdırmazlığını kontrol ettikten sonra ikinci sıra kiremidi yerleştirmeye başlar. Yaptığı her işin en iyisini yapmak ister, harcanan zamandan ziyade, sağlam olması ve güzel görünmesi önemlidir. İşlerinde yeni usuller, yeni çözümler denemek ister. Bu yüzden başka birisinin 3 günde yaptığı işi, belki bir haftada bitiremez. Tez canlı ve çok aceleci olan hanımı Havva, ağabeyin bu durumundan çok rahatsızdır. Her işi mükemmel ve intizamlı yapmasını benimsemez. Çünkü işler zamanında bitirilemez. İşler yavaş yürüyünce canı sıkılır ve: “Her işi Nasrettin Hoca gibi farklı yapmak zorunda mısın,” diye sesini yükseltir. Hiçbir işte acelesi yoktur. Fakat hiç boş durmaz. İşler arasındaki boşluklarda ya bir şeyler okur, bilgisini artırır veya çalışma aletlerini bileyerek onların verimliliğini yükseltir.
Genç yaşta ölen kız kardeşinin kocası Mustafa Kaymak ile onun ölümüne kadar dostlukları ve karşılıklı saygıları devam etmiş olmasına rağmen, eniştenin aceleci mizacı ağabeyin ağır hareket davranışı ile bağdaşmaz. Beraber gittikleri bir hac yolculuğunda, ağabey sık sık kafile otobüsünü kaçırır. Enişte telaşlanır, kafileyi bekletmeye çalışır. Bir ziyaret sırasında kafile otobüsü hazır olarak bir süre bekledikten sonra, otobüs oradan ayrılır. Ağabey ise, Osmanlının Hicaz demiryolu eserlerini incelemekle meşguldür. Onların eski vagonları, harabe halindeki istasyon binaları ve bozulmuş raylarını saatlerce incelemiş ve başka bir vasıtayla kaldıkları meskene dönmüştür.

25. DÜZENLİLİĞİ
İşindeki titizliği gibi, çok düzenli bir hayatı vardır. Gençliğinden beri her ezandan 15-20 dakika önce, yapmakta olduğu iş ne olursa olsun, onu bırakır,  abdest alır, elbisesini değiştirir ve camiye gider. Camiye zamanında yetişmede pek geç kaldığı vaki değildir. Her zaman temiz çorap ve elbiseleri ile camide dikkati çeker. Sünnetlerde en son selam verendir. Camiden en son çıkan odur. Sanki camiyi o kapatıp kilitleyecektir. Dönüş yolunda aile mezarlığının önünde durur, duasını okur, öyle eve geçer.  Bu düzen günün her namaz vaktinde tekrarlanır. Bayram namazlarında camiden dönüşte mezarlığın içine girer, yakınlarının mezarı başında oturur, Yasin’i Şerifi okur,  ondan sonra eve gelir. Köy camiinin zaman zaman imamsız ve ezansız kalmasından son derece rahatsız olur. İmam izine ayrılınca, ezanın zamanında okunması için alışılmış vakitten daha önce camiye gider, sesi güzel olmadığı için güzel sesli birisini bulursa ezanı ona okutur. Değilse, kendisi okur. İmamlık için kendisinden layık birisi cemaat arasında varsa onu öne geçirir. Camiye gidemediği zamanlar, evde ev halkına cemaatle namaz kıldırır. Böylece ev halkının sureleri tecvitli dinlemesini sağlayarak kulak dolgunluğu oluşturmalarına gayret eder. Müezzinlik yapacak kimse yoksa o görevi de kendisi üstlenir. Her Cuma gecesi yatsı namazından sonra Yasin-i Şerifi, Amene Resulü ile birlikte sesli okur. Bütün geçmişlerinin ruhu için, kalanların sağlık ve afiyeti için dua eder.  Kurban bayramlarında kurbanını ya bizzat keser veya ortak kesim söz konusu ise sonuna kadar kurban yerinden ayrılmaz. Kurban keserken kurbanlık hayvanına eziyet edilmemesi hususunda azami itina gösterir.

26. ZOR BEĞENİR
Yapılan pek az işi beğenir. Daha doğrusu zor beğenir. Bunun için her işi kendisi yapmak ister. Her iş için uzun zaman harcar. Kırıcı konuşmamasına ve şefkatli olmasına rağmen onunla birlikte çalışmak hemen hemen imkânsızdır. Yanında çalışanın her yaptığı işi kontrol eder ve işte ufak bir hata varsa, ya da iş kendi istediği gibi yapılmamışsa yapılan işi bozar, kendisi yeniden yapar. Bir ustanın yerleştirdiği taşı beğenmez ve kendisi yeniden yerleştirir. Böyle birkaç olaydan sonra yanında çalışan usta pes eder ve işi bırakır. Kardeşleri yetişkin hale geldikten sonra bir daha onunla bir arada çalışamamışlardır. Çünkü yaptıkları her hamleyi düzeltince onunla çalışmakta olan kardeşinin morali bozulur ve işi bırakıp ayrılır. Fakat her hangi bir ustanın işini bir kere beğenirse, bir daha onun işine karışmaz.
Defterleri çoğalınca bazı arkadaşları bir büro tutmasını ve yardımcı çalıştırmasını tavsiye ederler. Bu tavsiyelere uymaz ve her işi kendisi yapar. Hatta evdeki çocuklarının bile defterler üzerinde bir kayıt yapmasını kabul etmez. Olsa olsa onların ancak sayfalardaki sayıların toplanmasına ve sonuçları sayfa altına geçici olarak kurşun kalemle yazılmasına veya aylık nizamlardaki hataların bulunmasına yardımcı olmalarına izin verir.

27. TEMKİNLİDİR
Hayata karşı çekimser ve temkinlidir. Ticari kabiliyet zayıftır. Gençlik yıllarında babası ona bir dükkân açmış, fakat her nasılsa o, bu ticaret işinde başarılı olamamıştır.  Kendisini düşünmez. Annesi zaman zaman bunu: ” Kendi menfaatini bilmez, kendi kendinin rızkına mani olur, sözleri ile dile getirmiştir.  Hiç kimseye minnet etmez. Yolculuklarda bilet alırken en kötü yeri teklif ederlerse itiraz etmez, kabul eder. Yıllar önce bazı arkadaşlarının ortak ticaret yapalım tekliflerini geri çevirmiştir. Bunların bazıları yıllar içinde ticaretten oldukça iyi varlıklar edinmişlerdir. İki arkadaşı ile bir apartmanı inşa edip tamamladıktan sonra bu arkadaşları ona, bu apartmanı satıp müteahhitliğe beraberce devam etmelerini teklif etmişler. Fakat o bu teklifi kabul etmemiş ve apartmanı ev olarak kullanmayı tercih etmiştir. Bu arkadaşları o tarihten sonra müteahhitlikten zengin olmuşlardır.

28. EĞLENCELERE RAĞBET ETMEZ
Düğün, sünnet gibi eğlenceli toplantıları sevmez. Gençliğinde bile bu tür toplantılara hiç rağbet etmediği çocukluk arkadaşlarının beyanları arasındadır. Ama uzak veya yakında ulaşabileceği cenaze merasimlerine katılmak için işini, gücünü bırakır. Gününü hiç tereddütsüz harcar. Eş dost akraba ziyaretlerini ihmal etmez. Sıkıntılı durumlarda veya hastalıklarda onları ziyaret eder. Sohbetlerinde, boş ve büyük laf etmekten, iddialı sözlerden hoşlanmaz. “Allah’ın gücüne gider,” diyerek büyük konuşmaktan kaçınır.
Dirilere olduğu kadar ölülere de saygılı ve vefalıdır. Gençliğinde Sarıkamış’ta yardımını gördüğü bir Fahri Efendi vardır. Onun Eğridere Köyünden birkaç köy uzaktaki mezarını arada bir ziyaret eder. Sarıkamış hadisesinden 60 yıl sonra bile bir gün hanımını alıp Fahri Efendinin Ataköy’deki bu mezarına gitmiş, dua okumuşlardır.
Disiplinsizliğe tahammülü yoktur. Prensiplerine uymayanların onun yanında rahat etmesi mümkün değildir. Aslında istedikleri fazla bir şey değildir: iman ve amel yanında, sadelik ve dürüstlük.  Onun nezdinde iman, amel, ahlak ve insanlık esastır. Bu konularda hassaslık gösterir. Yemeğini bile çoğunlukla kendi hazırlamak ister. Otoriter bir yapısı vardır. Onunla beraber çalışmanın veya beraber oturmanın tek yolu onun prensiplerine tabi olmaktır.

29. TARİHİ SANAT ESERLERİNE HAYRANLIĞI
Tarihi eserlere meraklıdır. Köydeki yaklaşık iki yüz yıllık çeşmenin köy yolu yapımında bazı köylülerce yıkılmasını önlemeye çalışmıştır. Bunun için yontma taştan çeşmenin taşlarını numaraladıktan sonra Vakıflar Genel Müdürlüğüne müracaat ederek onun tarihi eser olarak kaydedilmesini sağlamıştır. Bir şehre, özellikle İstanbul’a gittiği yıllarda, orada günlerce her gün beş altı saatini bu tarihi eserlerin gezilmesi ve incelenmesine ayırır. Bazen saatlerce bir tarihi eser karşısında durur, onun nasıl bu kadar güzel yapıldığına, yapılış tarzına ve sağlamlığına hayret eder.  Güzel sanat zevki, estetik anlayışı olduğu için onların yapılış zevkini ve güzel görünüşünü takdir eder. Onların eski yazı kitabelerini okumak ister. Bu taş binaların bir ağaç yontar gibi nasıl bu kadar düzgün yontulduğunu ve o ağır taşların bu kadar intizamlı nasıl yerleştirildiğini anlamaya çalışır.

30. TÜKÇE SEVGİSİ
Onun Türkçeye sevgisi ve saygısı vardır. Bazı uydurma kelimelerin kullanılmasından son derece rahatsız olur. Bunların hatalı olduğunu tanıdıklarına anlatmak ister. Bu konuda hassastır. Dostlarını kırmadan ikaz eder. Hatta camideki imam bile hutbede yanlış bir kelime kullansa, Cuma namazının sonunda onu bekler ve o kelimeyi yanlış seçtiğini veya yanlış kullandığını kırıcı olmadan ona bildirir. Bir defasında İstanbul’da bulunduğu aylarda berber bulamadığını söylemiştir. Nasıl olur her taraf kuaför dolu cevabını alınca, kendisinin kuaför dükkanı değil, berber dükkanı aradığını belirtmiştir. Aradan en az bir hafta geçtikten sonra bulduğu bir berber dükkânına saçını kestirmiş ve berbere levhasındaki berber kelimesinden dolayı teşekkür etmiştir.

31. ÇİRKİN KONUŞMALARA KARŞI TAVRI
Yanlış söz ve hareketlere kırıcı olmadan anında müdahale eder. Evde birisi yanlış bir kelime kullansa onu hemen düzeltir. Bir gün en küçük kardeşinin hanımına (Feride): “Yolda gelirken kimseye rastladınız mı” diye sormuştur. Yenge: “Salak(lar)ın Mustafa’ya”  der demez; ağabey itiraz etmiştir:  “Mustafa Efendi demen lazım.  İnsanları lakapları ile anmayın” demiştir. Yenge sesini çıkarmaz. Konuyu unutturur. Birkaç saat sonra bu sefer yenge ona soru sorar: ”Ağabey, Mustafa Efendinin kaç çocuğu var,”. Cevabı ise: “Hangi Mustafa Efendinin,” sorusu olmuştur. Çünkü mahallede 5-6 tane Mustafa vardır. Ağabey hangi Mustafa olduğunu anlamamıştır. Yenge ise cevap vermek yerine, muzipçe gülümsemiştir. Bölgede insanlara, hatta ailelere takma ad takmak ve onları lakapları ile anmak yaygındır. İnsanlara takma ad takılmasını ve onlardan lakapları ile bahsedilmesini doğru bulmaz, itiraz eder. Ayrıca yöredeki insanlar çocukluktan itibaren çok küfürlü konuşur ve bir kısmı bu kelimeleri kullanırken bunların tam manasını bilmez. Ağabeyin ağzından çocukluğundan beri hiçbir zaman küfür sayılabilecek bir söz çıktığı duyulmamıştır.

32. HAL EHLİ OLMASI
Ağabey az konuşur.  Fakat bir haksızlık görünce veya duyunca kuvvetli bir avukat kesilir. Bakışları ve davranışları ile muhatabını olduğu yere çakar. Bir bakıma kal ehli değil, hal ehlidir. Hep edeplidir. Doğruluğu ve haklılığı şüpheli hareketlerden ve davranışlardan uzak durur. Hareketleri ölçülüdür. Kapıdan girerken veya çıkarken, kapıyı kilitler veya açarken en ufak bir ses duyulmaz. Çocukluğundan beri hatalı sözünü veya hareketini gören veya duyan olmamıştır. Geleneklere, göreneklere saygılıdır. Adeta eskimeyen değerleri ezelden bilir. 20 yıllık arkadaşı Karayollarından Mustafa Bey, onun hasletlerinden, hal ve hareketlerinden bahsettikten sonra: ” Allah Allah.. Köy yerinde onu böyle kim terbiye etti, kim yetiştirdi,” sözü ile hayretini dile getirmiştir.
33. SONUÇ

Kısaca o sadece kardeşlerinin ve evinin değil, mahallesinin ve onu tanıyan muhitin isimsiz ağabeyidir.   15 Aralık 2012 tarihinde vefat etmiş ve Çaykara Eğridere Mahallesinde aile kabristanına defnedilmiştir.  Bu topraklar bereketlidir. Bu topraklarda yetişmiş ve yetişecek olan isimsiz ağabeylere, toprakların mensupları olarak şükran borcumuz var. Milletimiz için nice isimsiz ağabeyler dileğiyle…

BABAM MEHMET AĞIRALİOĞLU TARAFINDAN AĞUSTOS 2007’DE BANA YAZDIRILAN NOTLAR

BABAM MEHMET AĞIRALİOĞLU TARAFINDAN AĞUSTOS 2007’DE BANA YAZDIRILAN NOTLAR
-          1919 veya 1920 tarihinde Dursun Ağıralioğlu ile Gülbeden Şahin (Şak) evlenmiş. Alaybey Çatal anlatmıştı:  “Dursun ile Gülbeden’in düğününde Huşo (Yükselen) Köyünden yaklaşık 40 kişi düğün için gelmişti. Evin batı tarafındaki, sağ tarafındaki yoldan eve yaklaşırlarken, eve on metre mesafede durdular. İçlerinden biri başla işareti verince düğün şenliği olsun diye Rus teklisi denen tüfeklerle sıra ile ateş etmeğe başladılar”.
-          Nisan 1923 tarihinde babam (Mehmet Ağıralioğlu) doğdu.
-          1927 yılı sonlarında Hasan Amcam (Ömer Ağıralioğlu) doğdu.
-          1928 de yeni yazı çıktı. Kemal Pamuk’un babası Hamdi Efendi ile Dursun Dedem Sürmene’den hoca almışlar. Yazı yazmak üzere Çaykara’dan bir sac alarak köyde okuma yazma kursu açmışlar. Cami Mahallesindeki Hakkı Efendilerin alt odasını dershane yapmışlar.
-          “1928 yılında okumaya teşvik edildim” demişti babam. 6-7 yaşında okuma yazma öğrenmiş, Güzel Yazı Alfabesi’nden örnekler alarak majüskül yazı yazma üzerinde çalışmış. Babasından toplama, çıkarma ve çarpmayı öğrenmiş, daha sonra matematiğini çok geliştirmiş.
-          1929.  Of Sel Felaketi.  6-11 Temmuz 1929 Of sel felaketi olmuş. Babam sel felaketini hatırlıyormuş. İki üç gün yağmur devam etmiş.  Bizim evin altı akmaya başlamış. Komşumuz Muhammed Osmanoğlu eve gelmiş: “Tehlike var, niçin duruyorsunuz” demiş. İkindiden sonra ev halkı camiye gitmiş. O selde Huc’un evinin altı kaymış ve gitmiş, Esat Dedenin yanında derin bir yar varmış o da kaymış (Ömer amcanın tarlasının altı). Islananların kuruması için Camide soba yakmışlar.  Bir kısım halk kabanlara gitmiş.  Cavluka’nın altındaki köprünün üstünde Ahmet Kamber’in üvey annesi köprü ile birlikte sele kapılmış.  Huşo inmiş ve o vadi tamamen çamur ile dolmuş. Ertesi gün babamlar Çaykara’ya gitmişler. Çaykara’yı tamamıyla sel almış. Eğridere’den gelen su ile çalışan Çaykara Caminin önünde bir değirmen varmış o da gitmiş. Çarşı üst tarafa taşınmış. 1940’lara kadar çarşının alt kısımları pek açılmamış.
-          Temmuz 1929 da Şahide Halam (Kaymak) doğdu.
-          1931’den sonra (Haziran) Gülbeden Ana yaylaya (Haldizen) çıkmaya başladı.
-          Haziran 1932 de Ömer Amcam (Hüseyin Ağıralioğlu)  Haldizen Yaylasında dünyaya geldi.
-          1932 de Ezan Türkçe okunmaya başlamış. Müftülüklere emir gelmiş: Bundan sonra ezan “Tanrı uludur, Tanrı uludur ….” şeklinde okunacak” diye. Dursun Dedemin bir dayısı Of’ta imam iken muhtar ona yeni ezanı yazıp okunmasını gösteriş. İmam :”Ben bu yaştan sonra bunu yapamam, yarın vazifeyi bırakıyorum” demiş. Köydeki kadınlar imamın gitmesini istememişler. Bunun üzerine, köyde bir iki genç bu ezanı öğrenir ve ezan vakti onu birisi okur diyerek köylü imamı ikna etmiş.  İşlerin yoğun olduğu bir yaz günü ezan vakti yaklaşmış, camiye kimse gelmeyince, hoca ezanı eski usulde okumuş.  Jandarmalar bir görev dolayısıyla köyden geçerken ezanı duymuşlar ve hocayı alıp Of’a götürmüşler. Hoca nezarete atılmış. Dursun dedeme haber verilmiş. Dursun Dede dayısının oğlu Hafız Mustafa ile gece yola çıkıp Of’a gitmişler. Aracı olacak bir adam aramışlar. Bir davavekili ile Jandarma Komutanına gitmişler. Jandarma komutanı bir daha Arapça ezan okumayacağına dair hocaya yemin ettirmiş ve onu nezaretten çıkarmış. Hoca sonradan Eğridere Köyünde imam olmuş, fakat yemin ettiği için Arapça ezan okumamış. Ezan şekli değiştikten sonra ancak okumaya başlamış.
-          1933. 1933’ de Dedemler 12 koyun almışlar. Daha önce evde koyun yokmuş. Babam 10. Yıl marşını hatırlıyormuş.
-          1935. 1935’ te Kukula Suyundaki kom (mezra evi) yıkılıp yeniden yapılmış.
-          Zühre Çiçek’in (Bibi) kocası Haldizen’de Aygır Gölünün yukarısındaki dağda tipide kar altında kalarak ölmüş.
-          1936. Babam anlatıyor: ”1936 de Köyde Hüseyin Baltacı muhtar. Zerdabacika, Harcan, Kamenokur, Can yatağı gibi meralar kâmilen usulsüz yayla haline getirildi. Yayla yapanlar evinin etrafındaki çayırı da taş duvarla çevirip kendi çayırı haline getirdi. Pek çok kimse yayladaki evini yıkıp buralara taşıdı. Mezirelik (Güzlek) bir bakıma yayla (yaylak; yazlak) haline getirildi. Gurnalar çok evvel Pirvana’yı kendi üzerlerine tapu ettiler. Köy heyetinde Hüseyin Baltacı, Mustafa Ağıralioğlu, Dursun Ağıralioğlu, Mustafa Çolak bulunuyor. Köy ihtiyar heyeti önce yeni yapılan bu yaylaların yıkılmasına karar verdi. Sonra Pirvana tapusunun iptali kararlaştırıldı. Bu kararlardan sonra yıkıma başlamak üzere bir heyet olay yerine gitti. Yeni ev sahiplerine ”Aşağıdaki evleri yıkıp almazsanız, biz yıkacağız” dendi. Sait Yıldız ve Osman Can gibi gençlerin de katıldığı bir grup evlerin etrafındaki çayır duvarlarını yıkıp kaldırdı.  Böylece bu yerlerdeki kanunsuz yerleşim ortadan kaldırılmış oldu.
-          1937. Mayıs 1937 de Kemal Amcam (Ağıralioğlu) Kom’da dünyaya geldi.
-          1941. Aralık 1941 de annem Hava Şabanoğlu ile babam Mehmet Ağıralioğlu evlendi.
-          1942. 1942 de bir grup Manisa- Akhisar’a gitmişler. Grupta Dursun dedem, Ali Amca, Muhammed Amca, Dursun Yüksek, Babam Mehmet, Cafer Can, İsmail Koca (Tufan) ve onun babası varmış. Gördes’te Kökseki Dağında ormanda kereste işinde çalışmışlar. Oraya Yörükler gelmişler. Onlardan süt, yoğurt, peynir alıyorlarmış. Çadırlarının aşağısında büyük bir pınar varmış. 80-90-100 santimetre çapında uzun ağaçları biçiyorlarmış. Gördes’in Belediye Başkanı hapse düşmüş. Para veremeyeceği söylentilerine binaen her ay para istemişler. O da işi bıraksınlar demiş. Babam orada hastalanmış. Eylüle doğru Gördes’e inmişler. Oralarda çok sivrisinek varmış ve onları çok rahatsız ediyormuş. Bütün Türkiye sahillerinde ve sulak mekânların yakınlarında sivrisinek ve sıtma yaygınmış. Memlekete dönmüşler. O kış boyunca babam hastaymış.
-          1943.15 Eylül 1943 bir grup tekrar gurbete gitmek üzere Erzincan’dan trene binmek için yola çıkmış. Babam: “Hızar takımları ile yola çıktık. Bir gün Kom’da kaldık, ertesi gün Haldizen’e çıktık. Ben yaylada Gürcüoğullarından (Gür)bir nine vardı, onu ziyaret edip Haldizen Köyüne döndüm” demişti. Dedem Dursun, Babam Mehmet, Ali Amca, Muhammed Amca  grupta olanlardan. Köyde Osman Turan’larda kalmışlar. Köydeki evin çatısının tamiri yapılacaktı, fakat çatı tamiri olmadı. Ertesi gün erkenden yola çıkmışlar ve Balık Gölünün diplerine kadar sabah karanlığında gitmişler. Erzincan’da kestaneciliğe gitmek üzere Osman Turan’ın da kafileye katılması ile gece vakti Bayburt şehrine varmışlar. Bayburt Şehrinde bir gece otelde kalmışlar. Büyükler Geleverek’te kalmış, babam Mehmet ile Osman Kısanta yakınındaki Saracık Köyüne gitmişler. Çünkü Osman sigara içmek için büyüklerden uzakta durmak istiyormuş. Orada Osman Turan’ın bir akrabası varmış. Osman Turan bir mazeret bildirerek orada kaldı. Ertesi gün dört kişi yola koyulmuşlar ve Aşağı Lori Köyünde kalmışlar.  Babam anlatıyor: ”Orada Hamid isminde Mezireli babamın bir askerlik arkadaşı vardı. Onun yanında kalmışlar. Odası vardı ve biraz alakasız kaldı. Alındık. Hava bozdu. Oradan erken yola çıktık. Sibigar Dağını aşmak istiyoruz. Dağı aşacağız, dediler. Bir köy gördüler, orada kalalım dediler. Kar yağıyor.. Köylülerden hiç kimse onları misafir almadı. 5. Gün Minikler Köyüne vardık; 6. Gün Erzincan’a ulaştık. Lori ile Minikler arasındaki yolda devamlı yağmur yağdı. Minikler’e girerken kar yağışı başladı.” Babam devam ediyor:  “Erzincan’da Hecire Halamızın oğlu Muhammed ile buluştuk. Akşamüzeri trene bindik. Eskişehir’den inecektik ve oradan Balıkesir’e geçecektik. Fakat hızar takımını trenden alamadan tren kalkmış ve bizim alet takımı yanlışlıkla Haydarpaşa’ya gitmiş. Ali Amcaların hızar takımını ise trenden aşağı atmışlar. Takımların oradan geri gelişini beklemek için bir hafta Eskişehir’de biraz kötü bir otelde kaldık. Her gün istasyondan hızar takımının gelip gelmediğini soruyoruz. Harçlığımız bitti. Oflu çocuklar oradaki Sanat Okulu inşaatında çalışıyorlar. Babama dediler kiş Mehmet gelsin bizimle çalışsın. Ben de çalışmak istedim. Kum ıslak olduğu için kum eleyemedim. Kireç söndürmeye başladım, fakat kireç burnumun kanamasına sebep oldu. Rizeli ustalardan hızar alıp büyük ve çivili bir kütüğü biçtik. Bu arada hızar ve diğer aletler Haydarpaşa’dan geldi. Beni yanlarına alan Kus’lu (Oflu) insanlar hızarı almışlar, yarı fiyatına vermişler. Oradan Ali Amcaların olduğu Dursunbey’e gittik. Orada Şuturlardan Ahmet Usta vardı. Dursunbey’de Baltacı Ömer (Kemal Baltacı’nın amcası) bizi bir akşam evinde ağırladı ve yemek verdi. Bir akşam otelde kaldık. Otel lüks, sahibi hatır için bizi kabul etti. Nihayet grupla birleştik, sonra yeniden ayrıldık. Birkaç gün çalıştıktan sonra iş bitti. Zaten balta kırılmış.  Kepsut’ta yaptırılabileceklerini söylediler. Yaya Kepsut’a gittik. Bir gün sonra baltayı alabileceğimizi söylenince han gibi bir yerde kaldık. Kepsut’tan yaya olarak Balıkesir’e gittik, Cihan Otelinde kaldık. Maden ocağından gelen işçileri, babam ve benimle aynı odaya koydular. Onlardan bitlendik. Birkaç gün bazı ağaçlar yardık. Biraz para biriktirdik. Babam birkaç gün bir işe gitti. Balıkesir’de 5-10 gün kaldık. Akrabalarımız Bigadiç’te bir okul inşaatında iş buldular. Biz de oraya gidip biraz çalışıp harçlık biriktirdik. Mektep işi aldılar, onu beraber bitirdik. Yine iş bitti. Mektep kerestesi de bitti. Hep beraber Akhisar’a gitmeye karar verdik. Bigadiç’e indik ve bir akşam kaldık. Sabah olunca yaya yola girdik. 4 kişi hızarlar omuzumuzda Sındırgı’ya gittik. Bir akşam da Sındırgı’da kaldık. Sındırgı’dan sonra dağda kar yağdı. Dağdan güneye inince yol üstünde bir inek damına girdik. Gündüz olduğu için hayvanlar yoktu. Sındırgı yolu üzerinden Akhisar’a gittik. Yolda kar yağmur karışık yağıyordu; bir dam bulduk,  ısındık. Yeni bir köye vardık. Orada ocak yaktılar; ısındık. Akhisar’a vardık; Paşa Amcanın evinde kaldık. Dursun ve Babam ile birlikte bir mağazada çalıştık. Öteki grup yeniden Dursunbey’e gitti. Biz Akhisar’ın köylerine gittik. Oralarda biraz çalıştık. Ondan sonra Gördes köylerine gittik. Orada da biraz çalıştık. Yaz geldi, sıcaklar bastırdı. Memlekete dönmek istiyoruz. Akhisar- Bandırma tren yolu ile Bandırmaya geldik. Mayın tehlikesi olduğu için Denizyolları kapalı. Alman Harbi dolayısıyla deniz ulaşımı durdu.. Oradan İstanbul’a geldik ve İstanbul’da iki gün kaldık. Tren ile iki günde Aşkale’ye geldik. Aşkale’den yaya olarak dağlardan (Kurna Kabanı) Bayburt’a gelip bir gece kaldık.  Oradan bir günde yaya olarak Haldizen’e geldik. Bayburt Dağında Kemal ve Hasan ile karşılaştık. İşçi elbiseleri içinde perişan bir vaziyetimiz var. Çayır biçimine yetişmek üzere Ağustos ayında memlekete gelmiş olduk.
-          1944. Babamın anlattığına göre 1944’ te babam Selim Dere’ye – “Hac Yolu açılırsa bu çocuğu alıp hacca gideceğim” dedi.
-          1945. Ocak 1945 tarihinde babamla dedem misafir odasının tavanı ve duvarını yapmışlar. Daha sonra mayısa doğru duvarın kireçlemelerini tamamlamışlar.
-          1945. 27 Mayıs 1945 Cumartesi günü,  ineklerle göçlerin komlardan yaylaya çıkacağı gün Kom’da doğmuşum (Necati ). Ebeliğimi Şakire Hala (Can) yapmış.
-          1945. 1945 30 Ağustos’unda (Rumi 17 Ağustos) Dedem Dursun vefat etti. Dursun dedem Ağustos ayında Haldizen’de Paskal’daki çayıra gitmiş. Bir sinek veya Şarbon sineği onu ısırmış, Kulağında ağrı başlamış.  Bir kaç gün sonra babamlarla Kalusa’da ot biçiyorlarmış. Dedemim yüzü kıpkırmızı olmuş. Eve gelmişler. O gece dedem ağrıdan uyuyamamış. Araba bulup Trabzon’a gidememişler. Kısaca Cumartesi yayladan gelen dedem bir hafta sonra 1 Eylül 1945 Cuma günü sabaha yakın ölmüş ve o gün toprağa verilmiş. Böylece beklenmedik bir zamanda, aniden 22, 18, 16, 13 ve 8 yaşlarında beş çocuk, yaşlı bir anne, bir hanım, bir gelin ve bir torun olmak üzere toplam dokuz kişi evde reissiz ve gelirsiz kaldı. Altı odalı, iki ambarlı evin kıbleye göre güneydeki ocaklı iki odadan sol tarafındakinde Gülbeden büyük ana ve çocuklar, sağ tarafındakinde Hatice büyükanne kalıyormuş. Sağ taraftaki köşedeki odada ise babam ve annem kalmışlar. Çardak misafir odası olarak kullanılıyormuş.  
-          195. Ekim 1945’de, komşuların babam için kalaycılık kolaydır, kalaycılık yapsın demesi üzerine, babam Mehmet, Alaybey Çatal ile Giresun ve Ordu’ya kalaycılık yapmaya gitmiş. Bir yerde iş bulmuşlar. Babam sonrasını şöyle anlattı: ” Üç ay kadar gezdik. Bana para vermedi. Ustalık öğrendi dedi. Annem şüphelendi. Muhammed Osmanoğlu dedi ki: ustalığına gitti, para verilmez”. Evin borçları var. Koyun ve inek satarak borçların bir yarısı kesilmiş.
-          1946. 1946 Nisan, Mayıs aylarında, Babam, bacanağı Sait Usta ve Ömer Amcam ile birlikte yaya olarak Bayburt’a gitmişler. Erzurum’da çalışmışlar, Sarıkamış’ta bir dükkân iş bulmuşlar, onu yapmışlar. Çayır kesme zamanı gelince babam memlekete gideyim demiş ve işi bırakmış. Halim’in Mustafa Amca ile daha önce Ömer Amcayı eve yollamışlar. Babam bundan sonrasını şöyle anlatıyor: “Sait Usta yalnız kaldı. Koyunlara Hasan bakıyor. 1,5 sonra tekrar yola girdik. Haldizen’den Bayburt yoluna gittik. Bir kamyonun arkasında Erzurum’dan Sarıkamış’a gidiyoruz. Kış bastırdı. Tekrar köylere girdik. İş yok, geri döndük. Partıl’da bir gece kaldık. Kurban bayramına iki gün kaldı. Aç, fakir köyler var. Başka bir köye gittik. Bir gün sonra Oltu’da bayram namazını kıldık. Oradan kalkarak Tortum’a yakın bir köyde kaldık. Tortum’un Kale Köyünde kötü bir odada yattık. Önümüzde büyük bir dağ var: Gâvur Dağı. Sabah erken yola çıktık. Ovacık Köyü var, Oradan geçip Arap Köyünde kaldık. Bir su gördük, namaz kılalım dedik ve kıldık. Arap Köyünden sonra Masat Deresinden aşağı indik. Köylüler harmanlarını yapamadılar. Paşaköyü’nde kaldık. Bayburt şehrine indik. Şehirde kaldık. Sonra Abrans Köyüne gelip kaldık (Çencül’e yakın). Sabah erken yola çıktık ve Soğanlı Dağına geldik. Herhalde yolda birisinin çantasından yumruk kadar bir helva düşmüş. Helvayı bulunca yedik. Ogene’lerden aşağı indik. Harhış Deresinde yemek yedik: Kavurma ve yoğurt. Dükkâncı her birimiz için 2,5 lira para istedi. Harhış, Şinek(Ataköy) üzerinden gece eve geldik. Biraz para kazandık. Bu para ile ve biraz koyun ve inek satarak borçları kestik”.
-          1947 yılında Mehmet Ağıralioğlu, Kadıoğlu İbrahim (Ulusoy) den Arapça okumaya başlamış, sonra bırakmış.
-          Temmuz 1947 de babamlar Kalusa’da bir bacika (baraka) yapmaya karar vermişler ve Büyükyamaç’tan biraz kereste hazırlayarak bunu gerçekleştirmişler.
-          1947 yazında Şahide Halamı Şaflar,  Ahmet Yazıcıoğlu’nun büyük oğlu Hafız Hasan ile evlendirmek için Haldizen’den zorla kaçırmışlar. Ahmet’in Kardeşi Mahmut Amcanın Bayburt’taki bir tanıdığına onu bırakmışlar. Şahide hala çarşıda konuşan bir grubun Çaykaralı olduğunu anlamış ve yolda onlara katılmış, önce onlarla aralarında belli mesafe bırakarak onları izlemiş, sonra kendisine kim olduğu sorunca durumunu anlatmış, onlar da atlarının yükleri üzerinde onu saklamışlar. Şurlularla, Şur Köyüne (Şahinkaya)  gelmiş ve daha sonra oradan Çaykara’daki eve gelmiş.  Babam o sırada yayladaymış. Halam eve döndükten sonra da onu bu evliliğe ikna edememişler. Daha sonra Karahasan Mustafa Kaymak için Şahide Halamı kaçırmışlar. Halam orada da durmak istememiş. Mustafa yetim. Babam şöyle devam etti: ”Mustafa’nın hiç bir şeyi yok, yatak yok, yemek yok. Şahide Halanın annesi Gülbeden Ana herhalde birincisine razı idi. Belki kızını Mustafa Amcanın Ahmet’ten kaçırmak için o işe razı olmuştu”.  
-          1948 yılında Mustafa Yıldız (Gurna) gelip Gülbeden anaya söylemiş ve bu teşvikle Hafız İbrahim Yıldız (Gurna) ile babam birlikte tekrar Arapça öğrenmeye başlamışlar. Babam bir sohbetinde: “O (İbrahim) hafız olduğu için iyi ezberliyordu, ben ise iyi anlıyordum “ demişti.
-          1948 kışında Çaykara’da büyük bir kar yağışı olmuş.
-          1948 ilkbaharında (yazbaşı), babamlar yeniden dışa açılmak istiyorlar. Babam ile Ömer Amcam yeniden kalaycılık yapmaya gitmişler. Babam şöyle devam ediyor. “ Nisanın 15’inde yayan yola girdik. Bayburt Masat Deresinden yukarı gittik. İneklerin izi ile bir köy bulduk. Kar yağıyor. Bir teyzeye sorduk. Oda gösterdi, odada odun yok. Kar eserek yağıyor.  Bir evde ocak tütüyor. Kapıdan İçeri girdim, yerde keçe serilmiş. selam verdim. Selamı almadılar. Odada insanlar var, fakat hiç bize bakmıyorlar. Evin oğlu askerden gelmiş, o vesile ile toplantı halindeler. Neyse hepsi kalkıp başka odalara gittiler. O gece orada kaldık. Bir köyde biraz çalıştık. Sadoğlu Resul ile buluştuk. Şaf (Ahmet yazıcıoğlu) ile biraz çalışıp alacak yaptıktan sonra Sarıkamış’a kadar gittik. Ömer ile Şaf oradan geri döndüler. Sarıkamış’ta Hasan Usta (Kofoğlu) ile buluştuk. Bana sakın kalaycılık yaptık deme, dedi. Sarıkamış’ta birisi ile ortak aldıkları bir işte bana 3 lira yerine, 6 lira yevmiye verdi. O sırada Şaf alacak için Sarıkamış’a geldi. Makbuz ile paranın yarısını Numan Çavuş’a (Boz) havale ettik”.
-          Nisan 1949’da babam tekrar Sarıkamış’a gidip 4-5 ay çalışmış ve Ekime kadar 850 lira kazanmış. O sırada bir altın 9-10 lira değerindeymiş.
-          Ekim 1949 tarihinde Ahmet Ağıralioğlu ile Fatma Şeker (Subava) evlendiler. Düğüne uğur getirmesi ve ilk çocuğun erkek doğması dileği ile bir anne babadan doğan ilk çocuk olmam sebebiyle beni düğün günü bizim evden alıp yeni oturmakta olan taze gelinin kucağına verdiler. Fatma yengenin de bana mor renkli kadife küçük bir mendil hediye ettiğini hatırlıyorum.
-          Aralık 1949 yılında Hasan Amcam ve Ayşe Yaroğlu evlendiler. Bu evlilikte Hasan Amca Ayşe yengeyi rızası dahilinde kaçırmış.  Babam: “600 lirayı Sait Yar’a uzlaşma için verdik” dedi. Hasan amcalar evlenince önce misafir odasında kalmışlar, iki üç ay sonra küçük odaya geçmişler.
-          Nisan 1950 de Hatice Büyükana (Dursun dedemin annesi ) öldü.
-          Mayıs 1950 de Haldizen’deki yayla evi inşaatına başlandı. Babam o zamanı şöyle anlattı: “1950 yaz başında yıkılmak üzere olan yayla evi yıkılıp yeniden yapıldı. Hasan Amca önceden gidip bir miktar mertek ve kirişler satın aldı. Selman Dayım ile Derindere’de 160 tahta biçtik ve hazırladık. Seçim arifesinde çamları devirdik. Behram Amca ile Yaşarın Babası İsmail Turan bu tahtaları yarılığına taşıttılar. Ayrıca 18 tane kiriş aldık. Ömer Turan’ın  bu işte faydalı tesiri oldu. Hiç zarar veya sıkıntı görmedik. Mustafa Şabaoğlu (dayım) ile Hamdi Ara’nın babası Arabeko’yu usta aldık. Yaylayı yıktık. Muhammed amcanın evine geçici olarak yerleştik. 20 günde yaylayı yaptık. İneklerimiz yaylaya çıkınca ev halkı bir süre Abdurahman Gür’ün yaylasında kaldı. O sırada Kemal Amca evin yukarısındaki koyun yataklardan kızakla taş sürükledi. Bir hafta sonra Gür ailesin yaylaya geleceği öğrenilince, taş duvarları örülmemiş yeni eve taşınmak durumunda kaldık. Acele ile üst duvarlar ile ahır duvarları tamamlandı.” Bu duvarların örülmemiş olduğu hafta ben de yayladaydım ve geceleri evin içinde çok üşümüştük.
-          Eylül 1950’ de Dursun Yüksek ve Babam Manisa’ya gitmişler. Trabzon’dan gemi ile İstanbul’a, oradan İstanbul-Bandırma vapuru ile Bandırma’ya geçmişler. Bandırma’dan Bandırma- Manisa treni ile yolculuk yapmışlar. Bu gurbetten Temmuz 1951 tarihinde, yani on ay sonra memlekete dönmüşler.
-          1951 Ocak ayında, köyde büyük bir kavga oldu. Kavgadan birkaç gün sonra Çatalların evlerinin aşağısındaki karla kaplı eğimli tarlalarda, biz çocuklar kavga sırasında insanların üzerinden düşmüş tükenmez kalem, tarak gibi eşyalar bulmuştuk.
-          1951 Nisanında, Hasan Amcamın oğlu Reşat Ağıralioğlu doğdu.
-          1951 Mayısında, Kardeşim Safiye Hoş,  Kom’da dünyaya geldi; ebesi Şakire (Can) Halaydı.
-          1951 sonbaharında Koldoşersa’da ev yapmak için arsanın temeli açılmıştı.
-          1952 Martında karlı bir havada imece toplayıp keresteyi Koldoşersa’ya taşımışlar. Babam şöyle diyor:” Mustafa Koda, (benim büyük dayım, Şabanoğlu) ile Abuş Muhammed’i (Yaşar) usta olarak aldık. Koldoşersa’daki eski küçük mezireyi yıkıp karşı düzlükte yeni bir ev yaptık. 15 günde ahşap kısmı bitti. Taş duvarların yapımında, iki gün Halil Yıldız,  bir gün Selman Dayım (Şahin) usta olarak geldi.” Evin kapılarını babam yapmış. Eski ev, karşı tarafta yaya yolunun üst tarafındaydı. O evi ben de hatırlıyorum. Toprak altından çıkardığım yumuşak taşları boş mermi kovanları ile yontarak misket haline getirdikten sonra tek başıma eski evin ahşap döşemelerinde misket oynadığımı hatırlıyorum. 
-          7 Temmuz 1952 de Babam Mehmet Ağıralioğlu askere gitmek üzere evden hareket etmiş. Babam, İsmail Kaymak, İsmail Koca, Mehmet Korkmaz İstanbul’a sevk edilmişler. Başlangıçta babam gümrük askeri sınıfına ayrılmış. Fakat gümrük askeri kalktığı için Sirkeci dağıtım noktasında 10-12 gün kalmış ve sonra sınıfı tanksavar topçu sınıfına çevrilmiş. Bir subay gelmiş, “Seni nereye vereyim” diye sormuş. Babam ise “Siz bilirsiniz, nereye isterseniz” cevabını vermiş. ”Bakırköy- İncirli Çiftliğine göndereyim sizi. Çok rahat, çok güzel bir yer” demiş. Üç ay sonra yüzbaşısı onu Davutpaşa’ya çavuş kursuna yollamış. Orada belli bir süre kaldıktan sonra Pekiyi derece ile imtihanı kazanmış ve belge almış. Yüzbaşısı iki defa kurs merkezine gidip geldikten sonra çavuşluk ve vesikasını yüzbaşı alıp kendisine getirmiş. O yüzbaşı sayesinde askerliği kolay geçmiş.
-          1952 Eylül ayında Eğridere Köyü ilkokuluna kaydedildim.
-          Ekim 1953 de babam askerden izine gelmiş bir ay kalmış ve dönmüş. Koldoşersa’da ben evde, büyükannem 40-50 metre yukarıdaki koruda iş yaparken eve asker kıyafetli bir kişi girdi. Annem nerde diye sordu. Ben de Büyükanneme seslendim:  “Ana biri geldi, sizi soruyor”. Kimdir sorusuna ben cevap veremeden, babam” Ana benim” diye seslendi. Ana eve doğru ve heyecanla koşarken babam da annesine doğru hamle yaptı ve yarı yolda karşılaşıp kucaklaştılar. Her ikisi de çok sevinmişti. Ben başlangıçta asker kıyafeti ile eve giren babamı tanıyamamış ve biraz mahcup olmuştum.
-          1953. 1953 de Ömer Amca Fatma Yenge(Selçuk) ile evlenmiş.
-          1954. 1954 yazında yaylada bizim evin koyunlarını bekledim. İlk çobanlık yılım. Akrabamızda üç evde davar var. Esat’ın Mustafa Amca ile Halim’ın Mustafa Amca’da koyun ve keçi sürüleri var. Onlar birleştirip bir sürü yaptılar. Bizim koyunları o yıl ayrı bir sürü şeklinde ben bekledim.
-          1954. Ocak 1954 de Kemal Amca ve Feride Yenge (Şeker) evlendi.
-          1954. 7 Temmuz 1954. Babam anlatıyor. “7 Temmuz 1954 de terhis oldum. O sırada Davutpaşa’da askerlik yapmakta olan Hafız Nazım bana Kofoğlu beraber dönelim dedi. Bir hafta onu beklerken Nizam Yaroğlu’nun Beylerbeyi’ndeki evinin çatısını onardım. Ayrıca bahçesinde bir havuz yaptım. Onun betonuna o günün tarihini attım.” 1964 yılında Nizam Yaroğlu’nun o evinde misafir kaldığım bir gün babamın yaptığı o havuzu ve tarihini görmüştüm. Fakat daha sonra  bu ev ve bahçesi Boğaziçi Köprüsü istimlâk alanında kaldı.
-          1955 ilkbaharında Babam ve Ömer Amcam Akhisar’a gitmişler. Giderlerken büyük annem Kemal’i de alıp götürün deyince 18 yaşında olan onu da alıp götürmüşler. Dere ıslahındaki bir bere inşaatına girmişler. Bu dere Menemen kenarından geçiyormuş. Daha sonra Mustafa Kaymak da oraya gitmiş. Menemen’de biraz iş bulmuşlar. Sivrisinekler çok rahatsızlık veriyormuş. Sinekler kuzuların gözlerine giriyormuş. Babam anlatıyor: ”Bir gün muhtar heyetler ve bekçi içlerinde olmak üzere on iki kişi kadar insan atlara binmiş halde yanımıza geldiler.” Siz mahkemeye vereceğiz. Çünkü çalışanlar dereye giriyor ve kavunlardan yiyor” diye bağırıyorlar. Çalışanlardan altı yedi kişi dereye giriyor, yol kenarındaki tarladan bir iki delice domates alıyor. Biz cibinlik içinde yemek yiyoruz. Gözümüz, yüzümüz toprak içinde. Babam onlara sert çıkmış.” Ne olmuş, iki domates almışlar veya iki kavun yemişler diye. Size çok büyük haksızlık yapmışlar; öyle mi? Toplanıp geldiniz. Bu bereler padişah zamanında yapılmış, biz onu onarıyoruz. Yeni inşaat ile bere 1,5 metre yükseltilmektedir. Böylece Çay taşınca su ovaya girmesin diye bu inşaat sizin için yapılıyor.” Babam devam ediyor: “Yine Akhisar’a döndük. Akhisar’ın bir köyüne gittik, biraz çalıştık. Fakir insanlar, misafir yatıracak yerleri yok. 1955’in 11. ayında memlekete döndük. O sırada Hasan Amcan askerde”. Kestane ağaçlarından kereste hazırlığı yapıp köyde yeni bir ev yapmak istiyorlar.
-          1955. 1955 yazında yaylada ikinci yaz koyunları bekledim. Bu sefer akrabadan Muhammed ve Osman Amcalar da keçi sürüleri aldılar. Bizim ev, Muhammed amcalar ve Esat’ın Mustafa Amcaların evlerindeki küçük baş hayvanlar birleştirilip bir sürü, Halim’ın Mustafa amaca ile Osman amcanın davarları diğer bir sürü oluşturdu. Böylece ikinci yaz da koyun çobanlığı yaptım.
-          1955. 1955 Ekim ayında Ömer Amcamın oğlu Mustafa doğdu. Annesini evin sol tarafındaki ocaklı sıcak odada loğusa yatağında yatarken ve yanında ablak ve güler yüzlü bebeği, Mustafa’yı yatarken gördüğümü hatırlıyorum.
-          1956. 1956 Nisan’ında yeni ev yapımına başlandı. Ahmet Pamuk ile Ahmet Aslan (Maraşlı Köyünden) usta olarak tutulmuş. O yaz inşaatın kabası bitmiş. Kastan’daki kiremit fırınında kiremit işinde toprak hazırlama ve kurutma işlerini Kemal (Amcam) yapmış. Mustafa Bekiroğlu ona yardımcı olmuş. Ayrıca Dursun Yüksek pişirme işini tarif etmiş ve fırını yakmış. Çok iyi kiremit olmuş. İnşaat sırasında malzemeleri ve bilhassa keresteleri taşımak için büyük imeceler toplanmış.  Ustalara her gün sabah (kahvaltı) ve öğlen yemeği verildiği için Annem Havva evde mutfak işi ile ilgilenmiş. Fatma ve Feride yengelerim ise taş, kiremit ve diğer malzemelerin taşınmasında çok emek vermişler. Kereste hazırlanmasına Fatma Yengemin ağabeyleri Ahmet ve Muhammet Selçuk çok yardım ettiler. Taş duvarların örülmesinde babamın dayısı Selman Şahin’in önemli yardımları oldu. O yaz büyükannem ile ben yaylada kaldık.
-          1956. 1956 yazında yaylada üçüncü yıl koyunları bekledim.
-          O sonbahar, koyunları sattık. Sadece evin yün ihtiyacı için 6-7 tane evde bıraktık. O güz büyükannemin şeker hastalığı ortaya çıktı.
-          1956. 1956 yazında yaylada üçüncü yazda bizim evin koyunlarını bekledim. Bu sefer Muhammed amcalar keçilerini sattıkları için bizim evin koyunları ile Esat’ın Mustafa amcaların ince malları birleştirilip bir tek sürü yapıldı.
-          1956. Eylül 1956 tarihinde kardeşim Dursun köydeki evde doğdu.
-          1956. Babam anlatıyor: “ 1956’nın sonunda annem hasta oldu.  O zaman Trabzon’da Dr. Sami Akmanlar’a onu götürdüm. Doktor muayene ücreti 5 TL, usta yevmiyesi ise 5 TL idi.”
-          1957. 1957 baharında babam ve kardeşlerinin arazi ve evleri birbirinden ayrıldı. Eski evde kardeşlerden Mehmet ve Kemal kaldı.; yeni eve Hasan ve Ömer amcamlar yerleşti. Babaannem ise en küçük çocuğu Kemal Amcam ile oturmaya karar verdi.
-          1956-1957. Babam anlatıyor: “1956-1957 de Mustafa Koda (Şabanoğlu), büyük kayınbiraderim, köyde muhtar. Çaykarada 40 kadar köy var. Köy bütçelerini ilçede sadece iki kişi yapabiliyor: Fehmi Mutrupoğlu ve Oflu Mehmet. Bunlar gelen iş taleplerini sıraya koyuyorlar. Sıra çok geç geliyor. Eskiden beri köyde doğum, ölüm, evlenme beyannamelerini hayrına dolduruyorum. Köy bütçesi hazırlamasını öğrenmek istedim.  Eski bütçeye baktım. Fakat eski Türkçe bakiye, sarf, gelir gibi ifadeleri anlayamadım. Muhtar Mustafa ağabeye: Bu yıl bütçe defterlerini ben yazayım dedim. Cezalanacağından korktuğu için bir yıl beni atlattı. İkinci yıl artık beni kıramadı ve defterleri ben yazdım. Muhtar Çaykara’da defteri Özel İdare memuru Mehmet Kumkumoğlu’na (Mustafa Kumkumoğlu’nun ağabeyi) teslim etti. Önce defteri aldı, kabul etti, bir kenara koydu. Sonra “Bu bütçeyi kim yaptı?” diye sormuş.  Muhtar: “Bizim oradan genç birisi yaptı” deyince yeniden defterleri ele alıp incelemiş ve “Ona haber ver, bana gelsin; bunu yazanı göreyim” demiş. Ben de çarşıdaydım. Gittim. “Sen mi yaptın bu bütçeyi” diye sordu. “Evet” deyince, “Başka bütçeler de yapabilir misin?” diye sordu. Ben de “Hayır yapamam, Trabzon’a gideceğim” dedim. Bundan sonra 2-3 sene köy bütçelerini ben hazırladım.”
-          1956. Babam devam ediyor. “Trabzon’a gittim. İbrahim Yar- Sadık Çakır’ın ürettikleri Bak-Yar markalı lastik ayakkabı satışını üzerime aldım. Bir süre bu işe baktım. Şehirde çok imalatçı çıkınca satışlar azaldı. Masrafını koruyamayınca imalathane 1961 yılında kapatıldı. O yıllarda ticari muhasebeye başladım”.
-          1958. Ben İLK DEFA TRABZON’U GÖRÜYORUM. 1958 Şubat tatilinde Çaykara’dan otobüse binip ilk defa Of’ta denizi görüyor ve Trabzon’da çalışan babamın yanına gidiyorum. Babam Hüseyin Boz ve İlyas Boz ile ahşap bir evde kirada oturuyor. İlk defa elektrikli ev görüyorum. Düğmeleri açıp ışığı yakmak hoşuma gidiyor.
-          1960. İLK DEFA PARDESÜM OLUYOR. 1960 Şubat karne tatilinde diplomalara yapıştırmak üzere fotoğraf çektirmek üzere tekrar Trabzon’a gidiyorum. Ahmet Ulusoy oğlu A. Cemal Ulusoy’a, babam da bana ATALAR mağazasından birer pardösü alıyorlar. Bu sefer babamla Kazım ve Hafız Kofoğlu’nun evinde kalıyoruz. Hanımları henüz Çaykara’dan Trabzon’a taşınmamışlar.
-          1959-1960. Babam devam ediyor: “1959-1960 artık tam muhasebedeydim. Epeyce müşteriler oldu. Zamanla sayıları arttı; 30-35 kişinin muhasebe defterlerine bakıyordum. 1996 yılına kadar bu işe devam ettim”.
-          1957. 1957 Mayısında mümeyyizlerin huzurunda sözlü imtihanları da vererek ilkokuldan mezun oldum.
-          1957. 1957 Eylül ayında, babam Trabzon’dan haber göndermiş:” Çocuğu ortaokula kaydedin”. Hasan Amcamla okula gittik. Nüfus kâğıdımda doğum tarihim 17.04.1947 yazılı olduğu için gerekli olan en az 12 yaş şartını sağlamadığım anlaşıldı. Müdür İzzet Şahin: “Mademki ilkokulu bitirdi, ben de onu kaydedeyim” dedi ve beni 148 numara ile 1-A sınıfına kaydetti. Böylece Çaykara Orta Okuluna başladım.
-          1960. Babam anlatıyor: “1960 yılında Hasan hastalandı.1961 yılında kendisini Trabzon’da Dr. Sami Akmanlar’a götürdük. -Akciğerinde kis var; Ankara’daki hocama sizi göndereceğim- dedi. Bizi Devlet Hastanesine, galiba İrfan Titiz’e gönderdi. Hastanın uçakla gitmesi gerekiyor. Biletleri aldım. Sait Yar, -orada tanıdığım bir esnaf var; ben gideyim- dedi. Giderken Hasan’ı Sait Yar götürdü. Ameliyat oldu. On on beş gün hastanede kaldı. Sonra ben gidip aldım. Giderken otobüsle gittim.  Hasan’a uçak bileti almak için iki gün Ankara’da kaldık. Onun uçak biletini aldım. İki akşam bir hasta sahibinin gecekondusunda kaldı. Kim olduklarını dahi bilmiyoruz.  Evine götürdüler, ben otelde kaldım. Uçak bileti almak için iki gün Ankara’da kaldık. Hasan’ın uçak biletini aldım. Uzak olduğu için Hasan’ı hava alanına götürdüm. Otobüsle dönerken araba beni tuttu.  Dr. Sami Akmanlar Trabzon’da Maraşlı Köyünden Posta Şefine ”  Gazeteye bir teşekkür yazdırmadılar” dedi. Bu gerçekten basiretsizlik. Ameliyattan sonra tekrar Hasan’ı ona götürdük.
-          1965. Ömer 1965 te Yozgat’a gittikten sonra Hasan Çavuş (Pamuk) ile bir mektup ile birlikte elden 3500 TL gönderdim. Bütün paramı vermiştim. Belki de hiç param kalmadı.              .
-          1968. 2 Aralık 1968’de kardeşim Şükran (Nuriye) doğdu.
-          1969. Babam anlatıyor. 1969 da Hasan kaçak olarak Almanya’ya (Belçika’ya) gitti. Hasan Bal vasıta oldu. Hasan Bal bu iş için 6000 TL lazım dedi. 3000 lirasını Necati, 3000 lirasını ben verdim.
-          1972. Babam anlatıyor: 1972 de annem “Benim hastalığım seneden seneye artıyor; hacca gidelim “ dedi. Ben ihmal etmiştim.
-          1972. Babam devam ediyor: ”1972’nin Ağustos ayında annem yaylada rahatsızlandı. Haber gelince Trabzon’dan Çaykara’ya geldim. Annenle birlikte köyden Çaykara’ya indik. Yaylaya gideceğiz. Ot yüklü Şerahlı bir arabaya bindik. Şerah’ta (Uzungöl) indik. Yaya olarak yola girdik. Meles Harmanlarında Mehmet Yıldız (Gurna) ya rastladık. “Annen biraz iyidir” dedi. Yaylaya çıktık. Annem sevindi, biraz rahatladı. Hastalığı tamamen iyileşmiş gibi oldu. Bu belki de sevincinden meydana geldi. Şeker hastasıydı ve yanında çocuklar (torunları) vardı. İstenen perhiz yemekleri hazırlanamadı. Yaylaya giderken niyetlenmiştim ve yaylada anneme “ Hacca beraber gitmemiz için kayıt yaptıracağım dedim. Çok sevindi. Orada bir iki gün durduk, sonra mecburen döndük. Üzüldü, ağladı, Holhon’dan aşana kadar evin arka tarafında bekledi. Trabzon’a gidince hemen hac için kayıt yaptırdık. İbrahim Bulut (Hüseyin Duman) şirketi vasıtası ile gitmeye niyetlendik.
-          1972. Aralık 1972 de Trabzon’dan köye geldim annemi alıp Trabzon’a gitmek istedim. “Ben yalnız Trabzon’da ne yapacağım. Havva (benim annem) da gelsin dedi. Havva da bizimle geldi. Trabzon’da hastanede sağlık muayenesini yaptırdık. Anneme doktor “iyisin” dedi; Annem çok sevindi. Tabakhane Köprüsünün yanında arabadan indik. Yürüyerek Yenicuma Mahallesine çıktık. Ben de yürüyebilmesine sevindim. Çok gayret ediyordu. Başka bir şirketle falancılar gitti dediler. Annem “ Yoksa biz gidemeyecek miyiz” dedi. Defterlerin günü gününe yazılmasını istiyorum. Çünkü hac yolculuğu bir ay sürüyor. Değirmendere’ye Osman Usta’nın defterlerini yazmaya gittim. Annem ikindi namazında çok şiddetli hapşırmalar yapmış. Öylece orada yıkılmış. Şükran oradaydı. Beni aradılar, fakat bulamadılar. Sessiz düşmüş. Cuma günü hareket edecektik. Telefonla Çarşıya haber verdiler.   Hüseyin Yaroğlu bir doktor alıp eve geldi. Doktor onu Numune Hastahanesine kaldırdı ve hastaneye yatırdı. Mustafa Kumkumoğlu annemin hastalığını duydu. Sordu ve doktorun ismini öğrendi.  Doktoru aradı. Doktor hastanın müdahale edilecek hali yok dedi. Gece saat 1 de doktoru alıp hastaneye getirdi. Çarşamba günü annem hiç konuşamadı. Perşembe akşamı öldü. Sabahtan halamın oğlu Muhammed Turan -Servis arabası ile cenazeyi ben Çaykara’ya götüreceğim- dedi. Mustafa Kaymak mezarını ve her şeyi hazırladı. Ben hacca gitmekten vazgeçtim. Öğle geçerek Cuma akşamı toprağa girmek iyi diyorlar. Ertesi gün Cuma namazını kıldık. Cenazeyi kaldırdık. Mustafa Kaymak hacdan geri kalmayalım diye Mustafa Ağıralioğlu’na yalvardı.  Mustafa Amca “Her şey hazır, gidin” dedi. Gitmeye karar verdik. Saat 2’ de Çaykara’ya indik. Mustafa Kaymak annene “Sen yerine gidebilirsin” dedi. Çekindik, anneni almadık. Osman Uygun bize uçak bileti aldı. İstanbul’a gittik. İstanbul’da arkadaşlara yetiştik. Mustafa Kaymak’ı çağırdılar, beni çağırmadılar. Mustafa telaşlandı. Neyse iki saat sonra benim ismim de okundu. Ben başka bir uçakla gitmiş oldum. Mustafa Cidde’de beni bekledi. Beni görünce ağladı. Cidde’den Mekke-i Mükerreme’ye otobüsle hareket ettik. Yerleştiğimiz otel Beytullah’a uzak. “Kimse dışarı çıkmasın sabah erken varıp tavafımızı yapacağız”  dendi. Biz dinlemedik. En az 40 dakikalık yaya yolu yürüyeceğiz. Saat 14’ te yola çıktık. Sorarak Kabe’ye geldik. Baba-u  Selam’a vardık. Terlikleri dış kapıda bıraktık. Beytullah’ı görünce bir genç bize yardım etmek istedi. Biz istemeden sağ kolu açık bırakacak şekilde ihramı şekillendirdi. 7 dönüş yaparak tavaf yaptık.  Arapça olarak iki rekat namaz kılın dendi. Selam verdik. Ayağa kalktık. Mustafa kendisine 50 riyal verdi, ben 5 riyal uzattım. Benin parayı almadı. Mustafa 5 riyal yerine, yanlışlıkla 50 riyal verdi. Parayı itince yerden 5 riyali aldı. Nafile tavaf yapalım dedik. Ve ettik. Sabaha doğru bir soğuk oldu. Mustafa ile birbirimizi kaybettik. Evi buldum, fakat Mustafa’yı bulamamdım. Biraz peynir ekmek yedikten sonra Beytullah’a döndüm. Öğleyin eve döndüm.  Mustafa da evi arıyor, fakat bulamıyor. Akşam oldu, hala buluşamadık. İbrahim Bulut’a sordum. O da  “Bilmiyorum” dedi. Yatsıdan sonra Hopşeralı (Maçka’ya yerleşmiş) Mustafa Orhan adlı bir arkadaş Mustafa’yı getirdi. O arkadaş Cevdet Yavuz ile hacca gelmişti.  Arife gününden bir gün önce Arafat Dağına çıktık. İki akşam kaldık. Ertesi gün öğle namazında vakfe (duruş duası) vazifesini yaptık. İkindi namazını kıldıktan sonra Muzdelife’ye vardık. Orada öğle namazı ile ikindi namazını (Cem-i takdim) beraber kıldık. Cem-i tehir ile akşam namazını yatsı namazı ile beraber kıldık. Orada battaniye ile kaldık. Sabah namazdan sonra vakfe (duruş duası) yaptık. Mİna’ya şeytan taşlamaya hareket ettik. Açık araba ile Mina’ya giderken araba insan kalabalığından ilerleyemiyor. Çantaları ve birer battaniyeyi arabada bir arkadaşa bırakıp arabadan indik.  Yaya olarak gidiyoruz. Mustafa sabırsız. Çadırları geçtik. Taşlama ibadetini iyi yaptık. 7 tane nohut tanesi kadar taşı kullanarak taşlamayı yapıp geri döndük. Hac-cı Kırana niyet ettik. Kurban keseceğiz. İnsan kalabalığı çok fazla. Yolda sel gibi kalabalık var. Birbirimizi kaybettik. Çadırın yerini bilmiyoruz. Ben Mustafa Orhan’ı buldum. “Kurban kesmedim” dedim. Onunla gidip bir inek aldık. Kendisi kesti. Çadırı buldum. Mustafa Kaymak’ı bulamadım.  Kurbanı kesince, Mekke-i Mükerreme’ye ineceğiz. İbrahim Bulut ”Çantaları almadınız, bana taşıttınız” dedi. Yaklaşık 1000 metre taşımıştı. Yatsıdan sonra çadırda buluştuk. Ertesi gün beni tavafı tehirli yaptık (Farzı yerine getirdik). Müzdelife’ye döndük. Sonra ikinci taşlamayı yaptık. 3 yere 7’şer taş attık. Böylece büyük, orta ve küçük şeytanı taşlamış olduk. Tekrar Mina’ya çadırda geldik ve orada yattık. Ertesi gün 3. Taşlamayı yaptık.  Toplam 71 taş gereklidir. Öğeden sonra yaya olarak Mekke-i Mükerreme’ye indik. Mekke’de toplam bir ay kaldık. Bol bol nafile tavaf yaptık. Oradan otobüsle Medine-i Münevvere’ye hareket ettik. Oteller çok kalabalık dışarıda kalmayalım diye yolda bir mevkide bizi eğlediler. Orada akşama kadar kaldık. Şehre sokmadılar. Bedir denilen yerde sabah namazını kıldık. Oradan hareket ettik. Medine-i Münevvere’ye girişte otobüsleri durdurdular. İstasyon gibi tarihi yerleri gezdik. Cami ve istasyonlar kırılmış, vagonlar çürümüş. Vagonlara bakarken o arada arabalar hareket etti. Ben yalnız kaldım. Yalnız olarak orayı dolaştım. Cuma günü, Cumaya yetişmem gerekir. Mustafa’dan ayrılmış olduk. Bir saatlik yolculuktan sonra Medine’ye girdim. Cumaya yetiştim. Cuma namazından Peygamberimizin kabrini ziyaret ettim. Akşamdan sonra Mustafa’nın bir sokakta olabileceğini söylediler. Bir apartmanın kapsısında bir Mavranlıyı gördüm. Mustafa odada örtüleri sermiş dışarı çıkmış. Mustafa beni kayıp biliyor. Gelip beni odada görünce sevindi. Beni uyandırdı. Bir hafta Medine’de kaldık. Oradaki vazifeleri yaptık. Bir hafta sonra Cidde’ye geldik. Bir akşam kaldık. Hava çok sıcaktı. Ertesi gün binip İstanbul’a geldik. Mustafa’nın evinde bir iki gün kaldım. Yemek yiyemiyordum. Orada Cemile Yenge çorba yaptı ondan yedik. Hacda ihramlı suyun altına girdim ve ıslak ihramdan hasta oldum. Uzun zaman bunun etkisi olan öksürük devam etti. Oradan Trabzon’a geldim.
-          1973. Gülbeden büyükanne 1 Ocak 1973 te toprağa verildi.
-          1973.  ARSANIN ALINMASI VE EVİN YAPILMASI: Babam anlatıyor “Süleyman Öztürk Çarşı Mahallesindeki arsayı satın aldı. Ağabeyi Şuayıp bunu bana gösterdi. “Ben buna ortak olurum” dedim. Tamam dedi.  1 hisse Öztürkler, 1 hisse ben ve bir hisse Akçaabatlı bir arkadaş ortak olarak alınan arsa üzerinde 1973’ de inşaata başladık ve 1974’de inşaatı bitirdik.
-          1976.İKİNCİ HACCA GİDİŞ: Babam dedi ki: “1976 yılında annen ile tekrar hacca gittik. Daha evvel anlatmıştım. Annem hac için köyden ayrılıp Trabzon’a kadar gelmişti. Yolda ölen hac vazifesini yapmış sayılır. Fakat müsterih olmak için 1976 yılında annem için hacca gittim.
-          1977. 1977’ de Babamın çok samimi arkadaşı Mustafa Kumkumoğlu yaklaşık 50 yaşında vefat etti.
-          1978. Babam Yenicuma’daki evden 27 yıl sonra Çarşı Mahallesi’ndeki eve taşındı.
-          1978. 23 Temmuz 1978 de Necati- Zehra ve Selim Amerika’ya gittiler.
-          1987. HASAN AMCA AMELİYAT OLDU: 1987 de İstanbul’da şiddetli kar oldu. On beş gün kadar insanlar pek evlerinden dışarı çıkamadılar. Hasan Amca karaciğerinden ameliyat oldu. Annem, babam, Ayşe yenge İstanbul’a gelmişlerdi. Mahir de İstanbul’daydı.
-          1997. ÜÇÜNCÜ HACCA GİDİŞ: Babam dedi ki:” 1997 yılında babam için hacca gittim. Babam, Selim Dere’ye 1944 yılında “Bu çocuğu alıp hacca gideceğim” demişti. Fakat 1945’de ölünce bu niyetini gerçekleştirememişti. Bu benim kalbimde ukde olarak kalmıştı.” Müsait durum olursa babam için hac yapacağımı vaat etmiştim. O sefer de annen ile beraber gittik. Fakat 1973 de yapılan hac vazifesi bambaşka idi. Vazifeler tam ikmal edildi.”
-          1997. YAYLA EVİ YAPILMASI: “1997 yılında defterleri bıraktıktan sonra yayladaki evi yaptım.”
-          2005. Ömer Amca 22 Şubat 2005’ te Sorgun’da toprağa verildi.
-          2007. Hasan Amca 23 Haziran 2007 Cumartesi öldü, Pazar günü saat 16 da toprağa verildi.
-          2007. BU NOTLARIN TUTULDUĞU SON HAFTA. 1 Ağustos 2007 babam Koldoşersa’nın kiremitlerini aktardı. Bir haftaya yakın bu işi için oraya gidip geldi. Çok yorgun eve döndü. Başı çok ağrıyordu. Ama akşam ve yatsı namazında camiye gitti. Yorgun ve hasta olduğu halde her zamanki gibi abdest aldı, ev kıyafetini değiştirdi ve camiye gitti. Ömrü boyunca sadece kendi evinin değil, 6 evin bakım ve onarımını sürekli yaptı ve onların çürümesini önledi.

-          ÖLÜMÜ: Babam 15 Aralık 2012 Cumartesi günü Trabzon’da evde hastalandı. Ben de o sabah Trabzon’daki eve gitmiştim. Büyük bir ıstırap içindeydi. Hastaneden yeni çıktığı halde onu Trabzon Kaş’daki hastahaneye kaldırdık. Doktorlar ameliyat edilmesinin şart olduğunu söylediler. Yapılan ameliyattan sonra doktoru bağırsaklarının kangren olduğunu ve çürüdüğünü bana söyledi. Babam ameliyat masasından kalkamadı. Pazar günü vefat etti ve 17 Aralık 2012 Pazartesi Günü Çaykara- Eğridere Mahallesinde aile kabristanına onu defnettik.